Önderlik Tarzı Ve PKK Direnişiyle Tarih Ters-Yüz Edilmiştir

Parti Önderliği’nin Mahmut Baksi’nin Yazılı Sorularına Vermiş Olduğu Cevaplar

 

ocalan_ucak

 

 

Mahmut Baksi: Sayın Başkan, özellikle Fransız Devrimi’nden sonra bir çok bölgede halklar, ulusal kurtuluş mücadelesi verdi ve birçoğu da bağımsızlığına kavuştu. Kürtlerde, bugün ulusal kurtuluş mücadelesi veriyor. Mücadelelerinin sadece ulusal değil, birde antiemperyalist karakteri var.

Şimdi birçok yazar, politikacı, aydın; antiemperyalizmi işlerken ya da emperyalizme karşı savaşı işlerken, Mustafa Kemal’i örnek verir. Mustafa Kemal’in bölgemizde, emperyalizme karşı savaşı başlatan ilk liderlerden olduğu belirtilir. Böyle bir iddiada bulunurlar. PKK hareketi de bugün ulusal kurtuluş mücadelesi veriyor ve Mustafa Kemal’in sahip olduğu -o dönem sahip olduğu- şartlar bugün PKK’de yok. Örneğin Mustafa Kemal, padişahın vermiş olduğu yetkiye dayanıyordu. PKK hareketinde böyle bir durum söz konusu değil. Daha çok merak edilen, haritalarda bile ismi geçmeyen bir köyde doğan ve köylü olan Abdullah’tan, ulusal lider, önder Apo’ya nasıl gelindi? Bu nasıl gelişti ve tarih bunu neden yarattı?

P.Ö: Mustafa Kemal’le ilgili kısım ne ifade ediyordu, niye öyle bir benzerlik yapıldı?

M. Baksi: Mustafa Kemal’in emperyalizme ilk kurşunu sıkan insan olduğu iddia ediliyor. Oysa Mustafa Kemal değil, bence emperyalizme ilk kurşunu sıkan PKK ve onun önderi sayın Öcalan’dır.

P.Ö: Sayın Mahmut Baksi’nin, uzun bir süreden sonra ulusal kurtuluş devrimimize ilişkin gösterdiği duyarlılık ve oldukça dikkat çekici bir biçimde onun önderlik gerçeğine ilişkin, bu soruyla da dikkat çektiği özellikler şüphesiz anlamlı bir değerlendirmeyi gerekli kılıyor. Ve hele Mustafa Kemal önderliğiyle, bizim geliştirmeye çalıştığımız önderlik arasında mukayese hayli dikkat çekicidir.

önderlik arasında mukayese hayli dikkat çekicidir. Bu vesile ile her şeyden önce belirtmeliyiz ki; soruda da var ve doğruya yakındır. Ulusal kurtuluş hareketinin önderliğinden birisi olarak değerlendirilen Atatürk veya diğer deyişle Mustafa Kemal, gerçekten emperyalizme ilk kurşun sıkan değildir. Gittikçe daha net ortaya çıkıyor ki; Kemalizm, emperyalizm ve onun gizli gücü Masonluk adına halklara, özelliklede Ortadoğu halklarına, hem bizzat maddi olarak, hem de manevi yani ideolojik ve siyasi olarak en etkili kurşunları sıkan bir önderlik olarak değerlendirilmesi çok önemlidir. Ve bu anlamda bir ulusal kurtuluşçu halk önderinden ziyade, gerçek ulusal kurtuluş hareketlerine karşı emperyalizmin ve siyonizmin çok gizli ve gerçeğinin tersi bir biçimde kullandığı etkili bir silahtır.

Özellikle Anadolu halklarına karşı, Mustafa Kemal tam anlamıyla her bakımdan gizli bir silahşor olarak beslenmiş, karşımıza çıkarılmış. Türk halkı da dahil, Anadolu`nun geniş kültürel uygarlık değerlerinden tutalım, günümüze kadar tüm varlıkları adına ne varsa, emperyalizm adına -günümüzde de çok net ortaya çıktığı gibi- İsrail Siyonizmiyle birlikte çok önemli bir saldırı gücü, önderliği olduğu açıktır. Bunun kurduğu cumhuriyetten tutalım, günümüze kadarki tüm uygulamaları bunun ne tür bir silah olduğunu, kimin adına bir silah olduğunu ve sıkılan kurşunların da kimin adına sıkıldığı, özellikle Kürdistan’daki ulusal kurtuluş hareketimiz tarafından ispatlanması en önemli bir gelişme olarak da görülmeli. Salt Anadolu ve hatta Ortadoğu’yla sınırlı değil, uluslararası alanda da bunun böyle anlaşılması gerektiği oldukça kanıtlanıyor. Bunu fazla açma gereği duymuyorum. Kapsamlı değerlendirmeler tarihçilerin işi olmakla birlikte, kendi sıcak savaşım gerçeğimizde bunun böyle olduğu büyük oranda ispatlanmıştır.

Doğuşundan ölüşüne kadar, burjuva ideolojisi de demeyeceğimiz ve daha çok Masonluk çerçevesinde oluşturulan bir ideolojiyle, büyük değerleri ifade eden Ortadoğu halklarının ve İslam uygarlığı değerlerine yabancı bir kimlik.

Tüm gücünü bu kimliğe saldırdığı oranda bulabilen ve dış destekli, özellikle Londra merkezli emperyalist sermayenin ve onunda en gözde gücü Siyonist sermaye güçlerinin ortaya çıkardığı bir ürün oluyor. Esas güç kaynağının bu olduğu ortaya çıkıyor ve Türkiye Cumhuriyeti bu anlamda bir İsrail Cumhuriyeti gibi değerlendirilse yeridir demek doğru olur. Bunu şunun için açık söylüyorum; aslında şuanda bile karşımızda savaşan bir Türk burjuvazisi bile yok. Veya yenilmiştir bu burjuvazi. Fakat bunu zorla ayakta tutan, zorla yaşatan ve dünyada da özellikle tüm ona yönelmesi gereken güçlere karşı ayakta tutan, ısrarla bize karşı başarılı olmasına çalışan güç, son dönem ittifakında da kesindir. Dikkat edilirse, Avrupa devletlerini bile bir tarafa bırakmayı göze alan ve sadece İsrail`le ittifakına dayanarak bu şiddetli savaşı geliştiren sözde Türkiye Cumhuriyeti, aslında güç kaynağını da başlangıçta gizli olan, ama günümüzde açıkça gözüktüğü gibi koyan bir gerçeklik olduğu ortaya çıkıyor. Son Güney operasyonları, özellikle ikinci yılına girdiğimiz bu Güney Operasyonunda maliyesinden tutalım tekniğine kadar, hatta yönetimi tamamen bu ittifak tarafından yönlendiriliyor. Yine doğuşunda İngiliz burjuvazisinin himayesinde yürütülen bu ittifak, günümüzde ABD emperyalizmine kaydırılmıştır ve böylece Mustafa Kemal`in bir ulusal kurtuluş önderi değil de, daha değişik amaçları ağırlıklı olarak zayıf Türk ulusçuluğu maskesi altında yürüttüğü, böyle bir önderlik olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Oradaki değerlendirmenin bize ilişkin yönüne gelince; doğrudur, ulusal kurtuluş hareketlerinde bir yoksul-köylü kökenden, böyle savaşan bir önderliği ortaya çıkarabilmek, aslında eşi az görülen bir gelişmedir. Burada önderliksel çıkışı çok kapsamlı anlatmak mümkün olmamakla birlikte, bunu salt çağdaş ideolojilerle izah etmekte mümkün olmadığı gibi, salt talih- şans işi olarak da değerlendirmekte mümkün değil. Şüphesiz böylesine önderliksel bir çıkış, bilimsel bir temele sahip olmakla birlikte, salt böyle bir bilimsel tespitle izah edilemez. Yine şansı şurada kalsın, en büyük şansızlıklarla karşı karşıya olan bir coğrafyada ve yine tükenişin eşiğindeki bir halk gerçekliğinde böylesine bir gelişme, şüphesiz çok kapsamlı değerlendirmeleri gerektirir.

Benim buradaki payım, ancak siyasi anlatımlardan ziyade daha kapsamlı edebi anlatımlarla, psikolojik, sosyolojik, birçok özelliği çözümlemelere tabii tutarak, özellikle giderek mevcut tehlikeye karşı -ki bu salt devlet değil, yaşamda özgürlük karşıtı ne varsa, gelişmeye engel teşkil eden ne varsa- başlangıçta hislerle tepkilerle, giderek bunu anlamaya çalışan, anlamaya çalıştıkça buna göre hemen kendini örgütleyen, pratikleştiren ve bunu çocukluktan itibaren neredeyse bir meslek haline getiren bir gelişmenin ürünü olarak da değerlendirebiliriz. Öyle devrimlerde izah edildiği gibi objektif temellerin olgunlaşması, yine bilinç ve örgütlenmenin gelişmesiyle birlikte izah edilecek bir önderliksel gelişme değil. Bunlar dikkate alınmakla birlikte, esasta burada bir kişinin kendini örgütleyiş tarzı belirleyici rol oynuyor. Nitekim PKK içinde halen bu temelde bir önderlik yürürlüktedir. Bireyin kendini ister bir parti, ister bir savaş örgütü biçiminde olsun, onun mantık, irade gücü haline getirmesi, günlük yaşamda zengin taktiklerle birleştirmesi, tarih boyutunu çok iyi göz önüne getirmekle birlikte, büyük bir umut hareketi olarak yine kendini sürekli kılması bir izah tarzı olabilir.

Burada kapsamlı olanaklarla işe başlamak, doğal olarak belki de çok tercih edilecek bir gelişme, yaklaşım pek izah edici olmamakla birlikte, çok imkansızlıkların olması da, bu gelişme karşısında imkansızlık olarak görülmüyor. Burada ne objektif koşulların elverişliliği, ne de olumsuzlukları çıkışı belirlemiyor. Daha çok, bir kişinin özgürlük tarzı, toplumsal etkilenmeye karşı aldığı vaziyet, kendini özellikle farklı- yaşamsal kılması, kendine göre sürekli tercihlerini yenileyip geliştirmesi, tehlike anlayışına karşı içine girdiği savunma psikolojisi, savunma tarzı, gelişme fırsatlarını gördüğünde ona müthiş bir tempoyla ve tarzla çok sıradan, basitte olsa yürümeyi bilmesi ve yaşamı zincirin halkaları gibi sürekli birbirine ekleyerek, büyük bir zincir halkasına dönüştürmesi ve bu konuda tam bir ilke, pratik bütünlüğü içinde yaşaması. Her şeyi amaca bağlayarak yaşama anlam vermesi, amaç dışı olanı değerlendirip onun tarafından engellenmemesi, amacı büyütme konusunda sürekli hırslı ve iddialı olması, bunu pratikleştirirken de son derece dikkatli, tedbirli davranması ve özellikle işin örgütsel boyutlarına büyük önem vermesi. En önemli yaşam ilkesi olarak da ilişkiler bağına, meselesine çok dikkat etmesi ve bunları ne çok uçurum arz eden intiharvari bir gidiş, ama ne de geride kalmayı kabul etmeyen, tamı tamına verilmesi gereken ağırlığı tüm ilişkilere vererek, bunu sürekli kılması.

Yine, imha olmayacak örgüt tarzları kadar, sonuç alabilecek örgüt tarzlarını her yerde ve her zamanda düşünüp gereklerini yeterli, yüksek çabayla yürütmesi, bu önderliksel tarzın diğer bir izah yolu olabilir. Ve en önemlisi, daha çok psikolojik olarak köleleştirici tarzlara imkan vermemesi, önü açık ilişkilere sürekli kapıyı açık bırakması, güçten düşürücü ilişki yerine, gücü geliştirici ilişkilere ağırlık vermesi, bunda hisleriyle hareket etmek kadar giderek bunu kanıtlanır bir biçimde açık yürütmesi de izah etmede etkili bir koyuş tarzı olabilir. Bütün bunlarla tatmin olmaması, daha iyiyi aramakta hiçbir zaman tükenmeyen bir çabanın sahibi olması, tüm gelişmeleri sadece bir başlangıç olarak görmesi, ‘yeter bu kadar gelişme’ deyip üzerinde yatmaması, habire sürekli amaç derinleştirme kadar, çaba büyüklüğünü sergilemesi, sakat, zararlı olabilecekleri etkisizleştirmesi ve tüm bunları tabi tam bir alışkanlık ve yaşam tarzı olarak bellemesi, böyle bir kişilik gelişiminin izahı olabilir.

Bütün bunları yaparken tabii bilimsel öğeye dikkat etmesi, ama esasta işin bir kişinin iradesi olarak gelişmesi gerektiğinin farkında olması, yani kaderci olmaması, kaba materyalist bir yaklaşım içinde bulunmaması, bunun yanında birazda şans demeyelim ama ortamları iyi değerlendirmesi, aslında herkesin rahatlıkla bulabileceği elverişli bir ortamı, ama herkesten çok farklı bir şekilde, iğne ucu kadarda olsa olumluyu değerlendirirken olumsuz üzerinde de ne panikçi tarzda, ne de körce yaklaşım içinde bulunmaması, böylesine bir gelişmenin başarısını ortaya çıkarabilir. Böyle bir değerlendirmede aydınlatıcı olabilir. Kısaca bu önderliksel tarzın, salt yoksul köylü veya çok alttakilerin bir yükselişi olarak da değerlendirmemek gerekiyor. Böylesine gelişmeleri yaşayan bir yoksul köylü kişiliği, aslında kendini her gün kırk defa kaybedebilirdi. Bunu böyle bir kişilik yapılanmasıyla izah etmek, istisnai bir durumda diyebiliriz. Mucizevi demeyelim ama, eğer özgürce yaşanılmak isteniyorsa, eğer imha olmaya karşı çok tedbirli olmak isteniyorsa, mutlak özgürce bir yaşam için büyük bir kararlılık durumundaysa bu kişilik gelişebilir.

Hele birde, çok kişinin kendisine sınır koyması gibi bir sınır koymamak kadar, çok zor koşullarda bile çok zayıfta olsa bir umutsuzluğu umuda dönüştürme yeteneğindeyse böyle bir kişilik gelişebilir. Aslında bütün bunlarda gösteriyor ki, böylesine bir önderliksel çıkış, günümüzün önderliksel çıkışlarına pek benzemiyor. Belki de olmaması gerekirdi, ama olmuştur. Olmasının nedeni bu izahlarda bulunabilir, aranabilir. Zaten daha da objektif olarak değerlendirirsek, böyle bir toplum içinde, bu toplumun karşısında eridiği, oldukça faşist sömürgeci ve gittikçe eşi görülmemiş bir kirli savaşla karşı karşıya gelindiğinde, böylesi bir önderlik, şüphesiz giderek hem siyasi sanatı, hem askeri sanatı en ince bir biçimde kendi şahsında yürütmek zorundadır. Bu konuda kendini hiç aldatmamak durumunda olduğu da açıktır. En ufak bir hatanın bile, her şeyin sonu olabileceği göz önüne getirildiğinde, görünüşte çok ahım şahım olmayan, ama kendi içinde savaşı oldukça yüksek yoğunlukta yaşayan ve bunu gerektiği ölçüde dışa yansıtabilen, örgütleyebilen, böylece de kendini bir ordu gibi kılabilen bir kişilikle de izah edilebilir. En örgütlü kişilik, en taktikli olmak kadar; en umutlu bir kişilik olarak da izah edilebilir.

Ortadoğu coğrafyasında bu tip çıkışlar vardır. Biraz da peygambersel çıkışta denilebilir. Ama tabi burada bilimsellik söz konusu. İlk o eski çağların peygamberlik tarzıyla şüphesiz alakası yok. Ama bu coğrafyada biçim biraz böyledir. Şüphesiz diğer birçok ülkede de buna benzer ilkler vardır. Ama buradaki tarz, gerçekten çok farklı. Bizim çıkışımız, sadece emperyalizme karşı bir çıkış değil, her tür alışageldik ne varsa ona karşıda bir çıkıştır. Derinleştirilmiş bir sosyal çıkış, sosyalizm, şüphesiz emperyalizmin çok tehlikeli, insanlığı zora sokan her tür değerlerine karşıda bir çıkıştır. Bu coğrafyada böyle köhnemiş ne kadar değer varsa, onlara karşıda bir çıkıştır. Ulusal yönü kadar toplumsal yönü ve enternasyonal yönü çok gelişkin bir çıkıştır. Aynı zamanda şüphesiz mütevazi bir çıkıştır. Bana göre buda olması gereken bir yaşam tarzıdır. Ahım-şahım bir askeri, siyasi önderlikten ziyade, özgür yaşam seçeneğini sürekli geliştirme, yaşama tutku kadar, onu bir sanat biçiminde ele alış tarzıdır da. Yaşamın aşkına, yaşamın saygısına dayanan bir önderlik oluyor. Ki, yaşamın yenilmemesi, çürütülmemesi için çok kati bir karar varsa, bu kişilikler gelişebilir. Zaten önemli kişiliklerinde bu temelde ortaya çıktığı söylenebilir.

Bir kişi yaşama ne kadar değer veriyorsa, onun ölmemesi için bu kadar büyük çaba gösterebilir ve buda böylesine önderliksel gelişmelere yol açabilir. Burada belirleyici olan ne elverişli koşullar, ne hazır ulusal, toplumsal şartlar, ne örgütün gücü, ne çok bilimsel doğrulardır. Burada belirleyici olan, yaşama biçilen değerdir. Yaşamın kaybedilmemesi gerektiğine olan inançtır. Mutlaka kazanılması gereken bir yaşam. Tabi bu yaşamın özgürlük düzeyidir, onun içindeki güzellikleridir ve en önemlisi de onu tehdit eden çirkinlikleri ve yok edici etkileri görmedir. Önemli olan onlarla tam bir nefs savaşı, ruh savaşını vermedir. Bu çıkışta bunlar aslında belirleyicidir. Bunun günümüzdeki biçimi, daha kapsamlı bir ulusal düzeye gelmedir ve sınıfsal düzeyi giderek yoğunlaştırmadır. Ama esasında da bu, bir psikolojik savaştır. Yaşamın yeniden gözden geçirilmesi, bireysel anlamda kabul edilebilir bir yaşamın savaşıdır. Bunun genelleşmesi bir halk savaşıdır, ulusal kurtuluş savaşıdır ve insanlık savaşıdır. Ama esasta bana göre, bir bireyin savaşıdır. Bireyin savaşı olmadan, öyle ulusal bir önder düşünülemez.

Dolayısıyla, bireysel savaşımla, ulusal savaşı, sınıfsal savaşı, onu ideolojik, politik, siyasal, kültürel bütün düzeylerde, ne zaman, ne kadar gerekli ise geliştirme öngörüsünü de bilime dayalı olarak ortaya koymak; tabi daha fazla etkili olmak, daha fazla ulusal, uluslararası düzeyi zorlamak açısından da gereklidir. Bunlara da gerekli dikkat gösterildiği için, ama esasta özgür bireyin vazgeçilmez bir gerek olduğu, bundan taviz verilemeyeceği en önemli bir yön olarak görülmelidir. Bu, şüphesiz reel sosyalizmin hastalıklarına düşmeyi önlediği gibi, her tür şovenizme kayışı da önlemiştir.

Kapitalist bireycilik; yani nasıl birisi devlet adına, diğeri de kişiler adına tehdit altına alınmışsa bu çıkış da her ikisine karşı tedbirli olunması sanıyorum daha özgü, önderliksel çıkışımızı değerlendirmekte önemli ipuçları verebilir. Çok ana hatlarıyla -çok üzerinde durulması kaydıyla- bu temel belirlemeler, böylesine bir önderliksel gelişmenin izah edilmesinde sanıyorum temel ipuçlarını verebilir. Kaldı ki burada bir bireyin kendini dile getirmesi söz konusu değil. Böylesine bir bireyin gelişmesinin, bir halk gelişmesi olduğu, bireysel büyümeyle bir halkın büyümesi, yine Partisel büyümeyle, savaşın büyümesinin iç içe olduğu ve bütün bunlarında gerektiği kadar insanlığa dayatılabileceği söz konusudur. Böylesine kapsamlı bir değerlendirmeyi geliştirmekte konuyla ilgilenen bütün çevreler için önemlidir. İşler, ilgili çevreleri bu konuda kapsamlı olmaya zorluyor. Ne ön yargılarla abartılı değerlendirmeler, ne de olumsuz yergiler, konunun anlaşılmasına katkıda bulunmaz. Bu çerçevede bir değerlendirme sanıyorum herkes için, ister dost, ister düşman taraflar açısından daha anlamlı bir savaşa, dolayısıyla çözümlere götürebilir.

M. Baksi.: Sayın Başkan, Kürdistan ya da Kürt mücadelesini bir gemiye benzetelim. Ve bu gemi, çok büyük bir okyanusta, büyük ve keskin dalgalar karşısında zorlanıyor, yer yer batma tehlikesi geçiriyor. Ama yine de yoluna devam ediyor. Ve siz bu geminin kaptanısınız. Büyük bir çaba harcıyorsunuz, geminin batmaması için. Ancak bir takım insanlar, geminin batmasını önlemek yerine sorun çıkarıyor. Siz, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yine bununla bağlantılı olarak birkaç sorum daha olacak. Gemiyi yürütecek gücü nereden buluyorsunuz? Bu gücünüz, çabanız gerçekten takdir ediliyor mu? Ya da, gemi içerisinde sorun çıkaran insanların sosyolojik yada psikolojik durumları ne?

P.Ö: Bu topraklarda ilginçtir tabi, madem gemiyle sordunuz o zaman biraz tarihe gidelim. Bir Nuh tufanı vardır. Nuh gemisi vardır. Çok ilginç! Bu geminin, bizim bu savaşı geliştirmek istediğimiz Cudi Dağı’na indiği söylenir. Biraz ona benziyor. Özellikle Cudi’den başlayıp, Botan denizinde yürütmek istediğimiz bu savaş, evet tam bir tufanla karşı karşıya kalan bir geminin batırılmamasına da benzetilebilir. Geminin içine alınanlar, gerçektende yaşam için gerekli olan ne varsa hepsidir. Her yaratık var. İçinde şüphesiz gemiyi delmek isteyen farelerde vardır. Etrafını yemek isteyen aslanlar da vardır. Hiçbir disipline gelmek istemeyen, bir sürü başı bozuk serseride vardır. Ama doğrudur, buna rağmen kaptanlık yapıldığı da bir gerçektir.

Örneğin sadece bir 15 Ağustos Hamlesi’ni düşünürsek, on dört yıldır böyle bir tufan içinde bu gemi, bu coğrafyanın da bütün girintili, çıkıntılı kayalıklarına çarpmadan yürütülmek isteniyor. Ve batmamıştır. Hatta giderek selametle, daha bütün sular çekildikten sonra da inebilir. Yani, kurtuluş olabilir. Şüphesiz bunu önderliksel tarzla bağlantılı olarak anlatmak lazım.

Kaptan, nasıl idare edebiliyor? Bunu anlamak, kaptanın kimliğini, kişiliğini iyi tanımaya bağlı. Onu da biraz anlattım. Böylesine bir kaptanlık olmadan, bu gemiyi yirmi dört saat bile idare etmek gerçekten mümkün değil. Mutlaka batırılır. Hem de içindekilerin olumsuzlukları temelinde batırılır. Dış engeller, burada o kadar belirleyici olmuyor. Veya olsa da çok sağlam bir kumanda olmasa batar. Onu anlatmak, dediğim gibi birçok tufan destanını yazmaya benzer. Ama söylenmesi gereken, gemi iyi idare edilmiştir. Nuh harekatı gibi adeta. Herhalde sular çekilecek ve gemi sağlam Cudi’ye indirilecektir. Bu yıllar, Kürdistan içinde tufan yıllarıdır. Her tufan bildiğimiz gibi yaşamın tümüyle silindiği, geriye kalanlarında çok az olduğu ve yaşanılanda biraz budur. Bu öykü, bu efsane bir kez daha gerçekleşebilir. Biz, burada kendimizi şüphesiz bir peygamberle kıyaslama içinde tutmuyoruz. Ama ona benzeyen bir gelişme yaşadığımızı demekte herhalde hayli öğretici olabilir.

Klasik tufanı değerlendirelim ve günümüzdeki tufanı değerlendirelim, bağlantı kuralım aralarında. Ki bana göre eski tufan, zulümdür biraz. İnsanların köleleştirme düzenleridir. Bu coğrafyada gemi bir özgürlük imkanıdır. Bütün din kitaplarında bu geçer. Bir kez daha bunun denenmesi herhalde bu tarihi gerçekliğe de uygundur. Öyle olması gerekiyordu ve öyle oluyor. Sonucu da herhalde “yeni insan” olacak. Dikkat edilirse, Nuh demek, yeni insan demektir. Nuh kelimesi, yenilik demektir. Dolayısıyla yeni yaşamın kendisini ifade ediyor. Bu tufan, bir kez daha yeni insanın kendisini ifade edebilir. Mezopotamya’nın dünyanın bir insanlık beşiği olduğu bilinen bir gerçekliktir. Burada tufan efsanesi geçmiştir. İnsan burada doğayla, insan olarak tanışmış. Evcilliği, tahılcılığı, devleti, hukuku, askerliği bu coğrafya da esas itibariyle öğrenmiştir. Ama bu coğrafyada şimdi insandışılık vardır. Dolayısıyla tufan vardır. Bu tufan da yeni insanın çıkışı vardır. Tufan dinmemiştir. Tam başarılmamıştır. Tufan dinmemiştir ama bütün çabalar gelinen aşamada da sorunların dinmesine, sağlam, yeni bir insanlık temelinde, bu coğrafyaya oturtulmasına çalışılıyor. Bu heyecan veriyor. Zaten bu büyük heyecanla ancak bu gemiler yürütülebilir. Yani, yeni yaşama güç getirilebilir. Başkada hiçbir imkanla, bu yeni yaşam gemilerini yüzdürebilmek ve de sağ salim indirebilmek mümkün değildir. Yeni yaşama heyecanı, zulme, bu tufana karşı büyük bir ihtiras, büyük bir yaşam tutkusu gerektirdiği için esasta yürütülmektedir.

Onun sanatı da, dümeni nasıl çevrilir, neye dikkat edilir, birinci soruda az çok söylenmiştir. Bundan sonrası yine bu tarzda götürülecektir. Zoru başarılmıştır. Birçok kara parçaları görülmüştür. Sanırım suyun en yükseldiği süreç geride kalmıştır. Şimdi “yeni yaşam” coğrafyasına daha sağlıklı inilebilir. Yeter ki biz, bunun kıymetini çok iyi bilelim. Değerini çok iyi takdir ederek sarılalım. Gerçekten buna biz,yeni ve mucizevi bir kurtuluş desek yeridir. Umudu kadar imkanları kesinlikle başarıya oldukça yakındır.

M. Baksi: Sayın Başkan, gemide fitne fesat çıkaranların psikolojik durumu ne? O konuda ne söyleyebilirsiniz? Sosyolojik ele alındığında ise kökenleri neye dayanıyor?

P.Ö: Tabi, ciltler dolusu değerlendirme geliştirmek gerekebilir. Tufandaki gemide, dünyada ne kadar hayvan varsa, insan varsa, hatta yaşama dair ne varsa hepsi bunun içinde. Ve onlar nasıl tavır göstermişlerse, burada da o tavır gösterilmiştir. Şoke olanlar var, panik içinde olanlar var. Büyük bir duyarsızlık, umutsuzluk içinde olanlar var. Telaş içinde olanlar var. Gemiyi kemirenler var. Birbirini yiyenler var. Buna rağmen, gemide yaşamın idare edilmesi gerektiği içinde yaşam olanaklarını çok iyi değerlendiren, bir kaptan da var, bir önderlikte var. Gerçekten bu; birçok kişide, birçok imkanda, birçok savaşta başlı başına incelenmesi gereken bir husustur. Kimler fare rolünü oynadı, kimler kurbağaydı, kimler aslandı, kimler yarasaydı, kimler sırtlandı, kimler domuzdu, kimler yaşamaya çalışan değerli insandı? Hepsi değerlendirme ihtiyacı gösterir.

Ama söyleyebileceğimiz en önemli husus; nasıl ki insan hayvanlar aleminin en gelişkinidir ve sonuçta yeryüzünde en değerli varlık olmayı bilmişse, burada da onun küçük bir örneği olunmaya çalışılıyor. Bu varlıklar içinde en değerli varlığın, özgür insan varlığı olabileceği, en akıllısı, en tedbirlisinin bu olabileceği kanıtlanıyor. Burada her şey, bir yaşam maketi olarak düşünülecek olursa, insan anlamında kazanması gereken çizgi ve kimlik giderek hakim oluyor. Etkisizleştirilmesi gerekenlerde, gerçekten etkisizleştiriliyor. Yani tam da kıyamete doğru yol alışta, mahşerin mahkemesinde yargılanmalar adilce oluyor. Ve yaşanması gerekenlerin yaşanacağı, yaşanmaması gerekenlerinde yaşanmaması veya gerektiği kadar yaşanması sağlanabiliyor.

Genel bir anlatımla bunu böyle belirtebiliriz. Ama tabi ilgili çevrelerin bunun üzerinde çok kapsamlı değerlendirmeleri; bilimle, sanatla, her tür askeri-siyasi çalışmayla ilgilerini göstermeleri gerektiği açıktır. Bu işte kolay anlamak, dolayısıyla yaşamı kolay değerlendirmek mümkün değildir. Özellikle bu coğrafyada yaşamak isteyenlerin, bu hikayeyi, bu yaşam maketini çok yoğun bir değerlendirmeye tabi tutmaktan başka çareleri yoktur. Anlamayanlar, körce çarpışıp kaybedecekler. Çok iyi anlayanlar ve gereklerini yerine getirenler de hak ettikleri gibi yaşamayı bileceklerdir.

M. Baksi : Sayın Başkan, tarihsel süreçte de görüldü; PKK, yediği her darbeden sonra, ya da uğradığı her iç ihanetten sonra biraz daha güçlendi. Bu gücünü nereden alıyor? Yani siz belirtmiştiniz, tarihsel bir mirasınız yok. Çok güçlü bir miras devralmadınız. Her olaydan sonra daha da güçlenmenizin sırrı nedir?

P.Ö: Aynı hususa bağlanabilir. Yenilmek, yaşamın bitişidir. Ağır bir yenilgiyi kader olarak bellemek ölümdür. Hele hele yaşanması imkansız olan sınırlarda, büyük direnmemek ölüm pahasına da olsa kötü ölümdür. Bu ana belirlemeye uygun olarak davranılmıştır. Darbe ne kadar ağır olursa, tehlike ne kadar büyük olursa, yapılması gereken inadına direnmektir. Bu, çarpıcı bir biçimde Mazlum Doğan gerçekliğinde kendini göstermiştir. Bu kimlik, bu kişilik en sınırlı bir sahada bile en büyük direnmenin adıdır. Yol gösteriyor ve burada direnişin nasıl gösterilmesi gerektiğini açıklığa kavuşturuyor. Buna Kemallerin, Hayrilerin direniş tarzını da eklemeliyiz. Agitlerin, Zilanlar’ınkini de eklediğimizde, esasında gelişmenin dinamiği kendini ele vermektedir.

Burada zorluklara karşı büyük direnme var, büyük boyun eğme değil! Ve bunu en görkemli bir biçimde yapma gerçeği yatıyor. Bu PKK gerçekliğinde, esas itibariyle mevcuttur. Tüm gelişmeler, bununla bağlantılı izah edilebilir. Önderlik, bunu az çok genel bir ifadeye ve örgütleyiş tarzına bağlamaya çalışıyor. Ve bundan taviz vermemenin adı oluyor. Direnmelerin genel ifadesi, bütün ağır süreçlerin gelişme dili oluyor ve aşağı-yukarı bütün ağır süreçlerden, ağır darbelemelerden bu nedenle büyük bir dirençle cevap vererek, bunu çıkışın, gelişmenin sağlam bir zemini haline getirmeyi becerebilmiştir. Bu, PKK’nin diyalektiksel gelişimidir.

Bir de tarihimizdeki tarzın tam tersidir. Tarihimizde her direnme nasıl ki bir enkaza yol açmışsa veya ağır bir darbe nasıl çözülüşe götürmüşse, burada her ağır yükleniş, yeni diyalektiğin diliyle gelişmeye dönüştürülmüştür. Yani tarih, bu direnişle ters-yüz edilmiştir. Bu yetenek gösterilmiştir. Bu tarz esas alınmıştır ve dikkat edilirse önderlik gerçeğinde de, herkesin ‘ha bitti, ha bitecek’ dediği yerde, çok büyük bir gelişme olarak karşılarına çıkıyor. Bunu böyle değerlendirdiğimizde ve böyle gereklerini herhangi bir militan kişilikte gerçekleştirdiğimizde, burada her ağır süreç önemli bir gelişmeye dönüştürülebilir. Nasıl ki şimdiye kadar böyle olmuşsa, bundan sonrada böyle olursa, en önemli başarıya gidilecektir. Gidiliyor da.

Sonucun tam alınabilmesi de, bu diyalektik tarzla sağlanabilecektir. Bunun tersi, ‘başka bir yöntemle, bu işte mücadele ederim, direnirim, dayanırım, iş yaparım’ diyen yanılır. Çok açık bir kuralı ve tarzı vardır. Ona sarılmaktan, onun gereklerini yerine getirmekten başka bir gelişme yolu yoktur. Burası çok çarpıcıdır. PKK tarihinden, onun savaşım gerçeğinden bir şeyler anlamak istiyorsak, hele hele gereklerini yerine getirmek veya bunda önemli bir başarıya sahip olmak istiyorsak, yapılması gereken, PKK tarihinde bu kadar somuttur. Önderlik gerçekliğinde çok somuttur. İğne ucu kadarda bir imkan varsa değerlendirilir. Örneğin Mazlum, bir kibrit çöpüyle bu direnişi sembolize etmiştir. Bizimde ona benzer birçok süreci değerlendirme tarzımız vardır. Bunlarında tabi birleşik ifadesi, önünde durdurulamaz bir gelişme seli haline getirilmiştir. Yeter ki gereklerini yerine getirelim, bundan sonraki daha gür bir sel akışıdır ve özgürlük okyanusuyla birleşmemesi düşünülemez.

M. Baksi : Sayın Başkan, gelelim birazda sizin kişiliğinize. Kürt tarihi kolay kolay ulusal kahramanlar yaratmadığı gibi, aslında birazda titiz davranmıştır. Fakat bu sizde biraz değişiyor. Destanlara konu oluyorsunuz. Sizin özellikleriniz nelerdir? Yani bu nasıl gelişti? Tesadüf mü, yoksa belli bir çabanın sonucu mu?

P.Ö: Evet, maalesef Kürt tarihi, Kürt halkı gerçekten önderlik adına, ne kadar çamur, ne kadar gereksizlik varsa hepsiyle tanışmıştır. Bizim derdimizde tabi böyle bir önderlik olmak yerine, böyle kimliklerin bir daha dirilmemecesine yerin dibine gömülmesidir. Hatta böyle yaşamaktansa, bütün bu yaşamın -son önemli bir başarı olarak da- yerin dibine gömülmesidir. Bizim felsefemizde sadece özgür yaşam için değil, -bu varsayalım ki hiç gerçekleşmeyecek- onurlu ölümde çok değerlidir. Ölümde bir kurtuluş yoludur. Tıpkı yine Mazlumların ve Zilanların şahadetinde olduğu gibi. Burada aslında çok büyük bir gelişmeye yol açılacaksa veya başka hiçbir gelişme imkanı yok dersek, ancak orada o son eylemle bir gelişme olur. Onun dışında hiçbir eylem yaşamı kurtarmıyor. Yaşamın kurtarılışı, o eylemle olacak. İşte buna ölümsüzlük eylemi veya yaşam eylemi diyebiliriz. Buna dikkat edilmiştir. Bizim, klasik önder diyemeyeceğimiz, bizdeki iribaşlar desek daha doğru olur. Ama iribaş olmak, önder olmak değildir. Bu toplum, müthiş derecede önderliksiz bir toplumdur veya mevcut önderler, “bir omuzun üstünde kırk türlü baş demek” gibi bir yapıya sahiptir.

Düşünün, bir omuz üzerinde kırk baş olursa, o toplumun hali ne olur? Bu başları atmak ve mümkünse bir baş, omuza göre tekbir baş ortaya çıkarmak gereklidir. Böylesine bir toplumsal önderlik, şüphesiz geliştirilmek istenilebilir. Kaldı ki, diğerleri ölü başlardır. Ucubede olsa, keşke yaşayabilen başlar olsaydı. O zaman kabulde ederdik, kırk başlı bir omuza sahip olmayı. Ama hepsi ölümcül olduğu için çok tehlikeli. Çoktan çürümüş oluyorlar. Bunların ayıklanıp, bir topluma baş olma, yani burada önderliksel bir kurum, düşünebilen, duyabilen, irade olabilen, bir toplum için, bir halk için ne gerekliyse ona az çok yanıt olabilen bir önderlik önemlidir. Şimdi burada benim, böyle bir önder olup olmamam o kadar önemli değil. Önemli olan, böyle bir düşünce ve irade gücünün yaratılması önemlidir.

Gerçek bir önderliksel kurum önemlidir. Şimdi biraz bu biraz tesis ediliyor ve nitekim bu, halkın canlanmasına, eylemine, savaşımına kadarda götürebilmiştir. Hatta PKK somutunda, hatta benim adım etrafında giderek böyle bir önderliksel gerçekleşme artık kabulde görüyor ve kaçınılmazda oluyor. Tüm dünyaya rağmen bu oluyor. Bende bu nasıl olmuştur? Onun da az çok ipuçlarını verdim. Eğer yaşam için başka hiçbir yol mümkün değilse, eğer böyle bir önderlikle bu mümkünse, o zaman öyle olacaksın. Hani derler ya, bu bir tanrı emri gibi bir şey. Yaşamak için böyle gerekiyordu, böyle olacaksın. Bunun tartışması bile saçmadır. Öyle bir saçmalık olduğunu, toplumumuz şimdi pratiğiyle yanıtlıyor.

Örneğin benim aleyhimde geliştirilen o kadar aleyhte propagandaya, hatta her türlü imaya rağmen, toplum diyor ki; “yaşam olacaksa böyle olacak.” Bu, beni de aşan bir gelişmedir. Yaşamın bir kanunudur. O kanun yakalanmış, gerekleri yerine getirilmiştir. Adına ister önderlik deyin, ister Apo deyin, ne derseniz deyin. Yanıt olmak yerindedir, dolayısıyla önderliksel gelişme, önderliksel gerçekleşme anlamlıdır. Sanıyorum bu toplum, bu halk, insani bir önderliksel gelişmeyi yakalayabilmiştir. Burada benimki, birey olarak iyi bir temsilci, iyi bir gözcü, iyi bir yol açan, sağı-solu çarpılmadan, düşmeden ayarlayan, büyük tehlikelere karşı olduğu kadar, özgürlük içinde ne gerekiyorsa yapmaya çağıran, bu konuda yeterince çabayı gösteren, en ufacık bir yetersizliğe düşmeyen ve hatta mükemmel bir önderlik tarzı olarak da değerlendirebiliriz. Ama gerçekten toplumun onayı olmazsa bunu yapmak mümkün değil. İyi bir birleşmeye ulaşılmıştır.

En zor olanı başarılmıştır. Gerisi, bu önderliksel olayı daha fazla kurumlaştırmak, beyinlere, yüreklere, kimliklere, kişiliklere kazımak. Bu konuda çok duyarlı, çok vicdanlı olmak kadar, çok akıllı olmak, ‘yaşamın kendisi budur’ diyerek gereklerini ikirciksiz, amansız yapmak önemlidir. Bu, yaşam iddiası olan toplumu ve halkı sonuca götürecektir. Başka türlüsü de mümkün değil. İster doğa emri deyin, ister tanrı emri, ister siyaset gereği deyin, ister özgürlük gereği. Adını ne koyarsanız koyun, bir toplum için bundan başka türlüsü olamaz. Yapılması gereken buydu ve buda yapılmıştır. Gerisi toplumların işidir. Onun kendine layık başının, yüreğinin işidir. Bu bizde şimdiye kadar olmamıştı. Veya vurgulandığı gibi bir omuzda çürümüş kırk baş gibiydi. Bunları kişi anlamında söylemiyorum. Düşünebilene, duyabilene, doğru tarzda, yaşatır bir tarzda, kabul edilebilir bir yaşam tarzında indirgenmiştir.

Bundan sonra önemli olan, en azından başarılmış olana büyük bir saygıyla, moral ve değerle olduğu kadar, az çok bilimsellikle ama mutlaka cevap verebilmektir. Bu, gerekirse şiddetli bir savaş biçiminde karşımıza çıkabilir. Buna cesaret edip gerekleri yerine getirilirse, daha şimdiden söyleyebiliriz ki, bu toplumun, bu halkın insanlık savaşı, ulusal kurtuluş savaşı biçiminde olur, sosyal yönüyle bir devrim biçiminde olur ve bu esas itibarıyla başarılmıştır. Gereklerine dikkat edilirse, insanlığa örnek olabilecek bir önemli başarıda kesinleşebilecektir.

M. Baksi : Sayın Başkan, kişilik özelliklerinizle devam edelim. Bazı güçlü yanlarınızı ortaya koydunuz. Ancak bununla birlikte en hassas yada duygusal yanlarınız nelerdir. Yine günlük yaşam içerisinde, politika içerisinde keşke yapmasaydım dediğiniz şeyler oldu mu? Günlük yaşamda hatalar karşısındaki tutumunuz ne? Örneğin, özeleştiri veriyor musunuz? Diğer yandan kadrolarınıza ve komutanlarınıza yer yer çok sert eleştirilerde bulunuyorsunuz. Örneğin bazen haksızlık yaptığınız hissine kapılıyor musunuz?

P.Ö: Benim böyle tercihlerim olamaz. Veya olsa da bu tercihlerle savaşımım müthiştir. Tabii bazı kişiler bu soruları sorabilir. Klasik bir dille anlatabilirler. Bu savaşı zaten kendi içimde veriyorum. Mevcut toplumsal gerçekliğe bu savaşı dayatmadan önce, kendi içimde yıllarca verdim. Anlayışıyla, psikolojisiyle, öfkeleriyle, kinleriyle, kabul-retleriyle, güzel-çirkin yanlarıyla müthiş bir mücadele verdim ve dışarıya yansıttıklarım sadece bunun yüzde yüz emin olduğum sonuçlarıdır. Başarının sırrı da buradadır. “Çok iyi yapılması gerekir” dediğim hemen hemen her şeyi yaptım. “Mutlaka haksızdır ve aşılması gerekir” dediğim sınırsız çok şey vardır. Ama en az “güzeldir, kazanılması” dediğim şeyde korkunç bir savaş vardır. “Yıkılması, atılması, yenilmesi gerekir” dediğim şeyler vardır. Hepsine anında yanıt olma, bizim yürüyüş tarzımızın özünü ifade ediyor. Şüphesiz, kendim de dahil, en büyük savaşı kendime karşı yürütüyorum.

Zavallı, yaşama en çekingen yaklaşan, gerçekten mütevazılıkla söylemeliyim ki hiç bir kişi, özellikle hiçbir erkek kadar, ben şöyle bir erkeğim demeyecek kadar özgünlükleri olan birisiyim. Tabi bu bir güçsüzlük müdür, güçlülük müdür, o ayrı bir konu. Kendini adam yerine koymayan, ama tam adam olmanın da sınırsız bir çabası içinde olan, kusurlu insan olmayı kabullenmeyen, mükemmelin peşinde koşan bir kişilik. Toplumsal gerçekliğimizde bunun önündeki kusurlar, yanlışlar ve haksızlıklar diz boyu. Yine ulaşılması gereken hedefler hemen hemen her şeyde var. Böyle bir çelişkiler ortamında bireyin savaşı şiddetli olur, korkunç olur. Dolayısıyla benim savaşımımın çok az bir kısmı örgüt içinde veya düşmana karşıdır. İç, dış engellere karşıdır. Esası kendi içimde yürürlüktedir ve o da esas itibariyle çözümleniyor.

İçimde kendimi boğmuyorum, kendimi kahretmiyorum. Büyük öfkelerim ve tepkilerim olmakla birlikte, mutlaka çözümü bulabiliyorum. Buda tabi çok değişik bir durum. Kendi içimde bir çözüme ulaşmadan bir adım atmam. Ama bu öyle çok sağlam, çok risksiz bir yürüyüş mü? Değil. Tam bir sırat köprüsünde yürüme tarzıdır. Zaten bu savaşın kendisi sırat köprüsünde yürütülüyor, bende bunun büyük çekim gücü olarak en baştayım. En ufak bir hata düşürebilir. Dolayısıyla ne kadar şiddeti yoğunsa, dengeleri de o kadar gözetilerek yürütülüyor bu mücadele. Sanmıyorum ki başka bir insanoğlu, böyle dengeleri ayarlayarak, bu toplum gerçekliğine uygun bir savaşı yürütsün. İçinde her şey var. Onu da anlamak isteyenlere araştırma yollarını gösterebilirim. Artık, bu tarz bir yaşamın içinde yer almak isteyenlerin, anlamaktan başka çareleri yok. İradeleşmekten başka çareleri yok. Onun tüm gereklerine; örgütsel, siyasal, askeri, kültürel, estetiksel boyutlarda yanıt vermekten başka çareleri yok. Bunu çok açıkça söylemeliyim. Burada çok katı, tanrı buyruğu kadar buyrukçu olduğumu vurgulamalıyım. Yaşamak istiyorsan onun yolu budur ve bu yolda da şöyle yürüyeceksin. Aksi halde yaşamayacaksın.

M. Baksi : Sayın Başkan, diplomaside, siyasette ve savaşta komutanlarınız ve sizin yakınınızda olan insanlar var, arkadaşlarınız var. Bunların seçiminde neye dikkat ediyorsunuz, ölçü nedir? Yine bunların söylediklerine istisnasız, kesinlikle inanıyor musunuz? Ne kadar değer biçiyorsunuz? Diğer taraftan belli dönemlerde size çok yakın duran insanların size ihanet etmesini, size darbe vurmasını neye bağlıyorsunuz.

P.Ö: Fazla seçim yapabilme imkanlarımız yok. Maalesef bizim toplumsal koşullarımızda üretilen değerler, -acıdır ama büyük oranda bana göre, klasik anlamda tabi söylemiyorum- siyasal, sosyal, ruhsal anlamda kirlenmiş, piçleşmiş bir temeldedir. Burada da bir ıslah etme, terbiye etmeyle isterse bir zır deli olsun ona da seslenmekten geri durmadığımız gibi, isterse bir melek olsun ona da kusur bularak biz çağırırız. Bu davada, bu yolda gel sana da bir şeyler verilecektir. Sende bir işadamı olacaksın. Bir hiçsen kendini büyük bir değer olarak görebilirsin, kendini çok büyük görüyorsan kusurlu olduğunu anlayacaksın. Yerli yerinde, bu yolun bir yolcusu olacaksın. Böyle bir esas anlayışla biz herkese yaklaşıyoruz. Ama çokça söylendiği gibi, -özellikle eskiden modern örgütlerde bu modaydı – iyi tanıyalım, iyi teşhis edelim, iki kişinin önerisi, bilmem kaç kişinin onayıyla, bilmem merkezin şöyle kabulüyle, bir önderlik alım-satımımız yoktur. Burada şüphesiz bir disiplin, bir ölçüler meselesi var, ama bu öyle alışageldiği tarzda değildir.

Şuanda bende dahil, kimin ne kadar PKK’li olduğu belli değildir. Kimin büyük, kimin küçük, kimin hain, kimin büyük kurtuluşçu olacağı kesinlikle belirtilemez. Burada daha çok olasılıklar teorisi gündemdedir. Olasılıklar teorisine göre iş yapılıyor. Belli bir tecrübeyle deneniyor, sınanıyor, yapabileceği iş önüne konuyor. İlk adımından tutalım son adımına kadar, küçük işten büyük işe kadar herkese ‘haydi sende bu kadarını kaldır’ denebiliyor. Kalıpçı olmayan bir yaklaşım tarzıdır bu. Dolayısıyla bizde herkesin ‘yapabilirim’ dediği bir tarz geçerlidir. Yönetim tarzımızda bu son derece belirleyicidir. Kişiye ne kaldıramayacağı kadar yük bindirmek, ama ne de onu yüksüz bırakmak. İstisnasız herkese yapabileceği bir iş olduğunu göstermek ve umudunu vermek kadar, onun pratik ifadesi olabileceğinin şansını da vermek. Ve bu, gerçekten kimsenin pek anlamadığı ve gereklerini de yerine getirmekte son derece zorlandığı bir yönetim tarzıdır. Bu tarzla, bu akıl almaz yönetimi sürdürüyorum. Daha doğrusu son derece çeşitli, her sesi veren, her tarafa çekiştirilen, sağa da sola da, intihara da, geriye de, kısaca herkesin “nasıl olabilir” demekte zorlandığı bir yönetim tarzımız olduğu doğrudur.

Klasik yönetim ölçüleriyle, üniversitelerde okutulan idari bilimlerle bu sanat öğrenilemez. Belki bazı bilgi birikimleri olur ama, yönetilemez. Nitekim şu anda bizde en az başarılan, militanlık düzeyinde yönetimdir. Ama kendi açımdan hiçbir sorun yok. Yani, en eşşek olana da iş yaptırırım, en aslan olana da. Fareye de iş yaptırırım, kediye de. Ve hatta hepsini kuzu kuzu bir arada da götürürüm. Büyük alışkanlık kazanmışım bu konuda. Haini de eşşek gibi çalıştırırım, çok umutsuz olan birisini de şaha kaldırırım. Bu, artık benim gücümdür yani. Kırk yıldan beri kendimi yetkinleştirdiğim için yapabiliyorum. İsterdim tabi çok daha güçlü bir kadroyla bunu yapmayı. Ama büyük fedakarlıklarıma rağmen, maalesef yıllardır en tecrübeli olanların bile halen kendilerini engel olmaktan bir türlü çıkaramadıklarını kendileri dile getirmektedirler. Bazıları en olmadık ihanetlere girebiliyor, ama sonuçta o ihaneti bile yönetim tarzımızın bir başarısı haline getirebiliyorum.Dolayısıyla, oldukça karmaşık bir yönetim tarzı olarak bilinmelidir. Öyle “merkez var, merkezin adamları var, bilmem her şeye bunlar hükmediyor” demek ne kadar yanlışsa, burada bireyler fazla değerli değildir demek de yanlıştır. Gerçek, biraz daha farklı burada. Merkez olsun, savaşçı olsun, hepsinin belli bir diyalektiğe göre yürütülmesi söz konusudur. Bu gerçeklik tam olarak anlaşılmış, gereklerine özellikle bireyler bazında ulaşılmış değildir. Ama benim yürütüş tarzım bun dengeler, bu tarzlar akıllı bir biçimde sürekli gündemdedir ve bu akıl almaz yönetim tarzıyla bu işler mucizevi bir şekilde ileriye doğru götürülmeye çalışılmaktadır.

Daha çok tercih ettiğim, yalnız bu işin benimle olamayacağıdır. En azından fiziksel sınırların buna yetmeyebileceği, ama onu da önlemek için “büyük bir çabayla eğer geri kalan birisi, dürüst olsa, ana hatlara dikkat etse, bu işi götürebilir” diye bir teselli kaynağımızda vardır. Yani ortaya çıkardığımız gelişmeler, sıradan bir bağlılıkla bile daha ilerletilebilir. Buna karşı herkes dikkatli, duyarlı olsa, bu yönetim gücüne, sanatına ulaşabilse, eminim ki başarı çok daha hızlı gerçekleşebilir. Tarihimizde bol olan ihanetler hiç durumuna gelir. Kendine en güvenmeyen kişilik bile müthiş güven kazanabilir. Bütün bunlar bir yönetim tarzı üzerinde kesinleşmedir, gereklerine yeterli çabayla yanıt olabilmedir. Bu oldu mu, bu savaşın başarısı, zaferi kesindir.

M. Baksi : Sayın Başkan, bu soruyla bağlantılı olarak başka sorular var. Partinizi çok antidemokratik bir tarzda yönettiğiniz yönündeki iddialar var. Hatta kimisi bunu diktatörlük olarak değerlendiriyor. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

P.Ö: Bu dünyada gelmiş, geçmiş diktatörlük gelişmeleri inceleme herhalde biraz gerçeğin anlaşılmasına yol açabilir. Diktatoryal gelişmelerin canını okuyan bir diktatörlükte diyebilirsiniz. İlginç bir durum tabi. Sanki bunun için yaratılmışım gibi bir duyguya hakimim. Uygun olmayan bir tarzda, haksız bir tarzda kendini bir şey sananların zıddıyım. Layık olmadığı halde layık. Güzel olmadığı halde güzel. Başarılı olmadığı halde başarılı. Yeterli olmadığı halde yeterli. Hakim olmadığı halde hakim. Tam olmadığı halde tam Güçlü olmadığı halde güçlü. Haklı olmadığı halde haklı. Kolay olmadığı halde kolay. Zor olmadığı halde zor. Bütün bu konularda, kendini böyle sananların zıddı olarak, bir kimliğe ve kişiliğe sahibim. Bunun adına diktatörlük deniliyorsa, benden mükemmel diktatör olamaz. Yok, bunun adına mutlak adaletin, insani özlemlerin en demokratik ifadesi diyorsan, sınırsız bir demokratım. Kaldı ki, bu kavramlar benim gerçekliğimi fazla izah etmez. Kaldı ki, bu kavramlarla da iş yapmayı fazla anlamlı bulmuyorum. İşin kendisi önemli.

Hiç kanıtlama ihtiyacı da duymuyorum. Bırakın yani özgür bir halk kimliğini, kendi adını bile anmaktan uzak tutulmuş, korkutulmuş bir halkı, değil bir kimliğe, bir savaşa kavuşturabilmek. Demokrasi kelimesinin de, halk idaresi olduğunu düşünecek olursak -halk iktidarı, bu herhalde bizim gerçeğimizde tek örnektir- ve bunun tarzını da, dünyayla kıyaslarsak hiç övünme gereği olarak belirtmiyorum, kendimi kendim olduğu içinde değil, bir gerçeklik olarak belirtelim ki, süper demokratlık buna denir. Karşı tarafın diktatörlüğü, ki emperyalist sistem içinde ne kadar amansızsa, benim tarzımda da demokrasi o kadar amansızdır ve savaşımda bu temelde yürütülmektedir. Salt demokrasi savaşımı demeyeceğim, buna toplumsal savaş, sosyalizm savaşı da diyebilirsiniz. Ulusların adil, haklı talep savaşı da diyebilirsiniz. Hatta bireyin kimlik savaşı, hak savaşı, bizzat bireyin makul, bireysellik savaşı da diyebilirsiniz. Bu kadar kapsamlı, zengin bir kimliğin, bir ifade tarzının, bir kendine ait olma tarzının diktatörüyüm. Veya onun şimdiye kadar adını çok söyleyip de, tersini dayatanların panzehiriyim ve bu işi seviyorum. Sevdiğim için yapıyorum zaten. Ve bunu çok sevmek, çok çalışmayı, çabayı gerektirir. Bunu da gösteriyorum.

En yoksulundan ortaya çıktığımıza göre, en güçsüzden yola çıktığımıza göre ve en güçsüzlerin güçlenmesine yol açtığımıza göre, en ezilenlerin savaşı, en yaşamsal değerlerden koparılmış olanların savaşı ve dolayısıyla bunların iradesi. Eğer illa buna da bir kulp, diktatörlük kelimesi, takılmak isteniyorsa taksınlar. İyi bir diktatörlüktür bu. Ama esasta bu kelimelerle izah etmek yerine haklı insanın, doğal insanın, güzel olan insanın olması gerektiği neyse, öyle bir insan olduğu denirse, en doğru cevap verilmiş olur.

M. Baksi : Sayın Başkan, son sorumu yöneltmek istiyorum. Gerçi siz bazı iddialara cevap verdiniz ancak, zaman zaman sizin hakkınızda çok korkunç ifadelerin, iddiaların yeraldığı kitaplar yayınlanıyor, makaleler yayınlanıyor. Bunlar neden yayınlanıyor bir; iki, bu iddialar ne kadar doğru ve son olarak bu iddialar; ne kadar etki yapıyor, sizi ne kadar etkiliyor, kamuoyunu ne kadar etkiliyor?

P.Ö: Bu korkunç kelimesinden fazla bir şey anlayamadım ama herhalde normal mantığın, geleneklerin tersi olan şeyleri kast ediyorsunuz.

M. Baksi : Evet…

P.Ö: Şüphesiz, öyle korkunçluklarım var ve olması gerektiğine de, inanıyorum. Normalitenin, o alışa gelenin, o sözümona geçerli olanın, ne mal bir toplum ortaya çıkardığı, ne menem kişilikler çıkardığı gözönüne getirilirse, benim mutlak anlamda korkunç olmam gerektiğine eminim. Bu ahlaka karşı mı, öyle olmalıyım. Bu sahte dine karşı mı, öyle olmalıyım. Bu sahte kimlik, kişilik tarzına mı, onlara karşı da hep korkunç olmalıyım. Çünkü ortadaki, yenilir, yutulur cinsten değildir.

Herhalde o adı geçen kitaplarda duyabildiğim kadarı ile söyleye geldikleri şeyler var. İşte birisi diktatör olduğumuzdur. Tabii bunu da söylerken Hitler mi, Stalin mi bilmem, tarihte Neron mu, Sezar mı? Bir sürü böyle isimler takılıyor. Kaldı ki, biz bu kadar büyüklüklere -artık ne kadar büyüktür- ulaşma şansına da sahip değiliz. Bunun yanında alışa geldikleri bazı tarzları var. Ahlaki normları, sözümona ölçüleri var. Bunlar benim açımdan çok duyarlı bir biçimde ele alınmakla birlikte, kabul edilmesinin intihar olabileceği düşüncesine kadar götürmüştür. İyi ki bu tip, sözümona toplumsal gelenekler, değerler dediğimiz şey bazı yönleri ile aşılmıştır. Siyasi değerler, sosyal değerler dahildir. Mesela alışa geldiği siyaset korkunç bir tüketme, yok etme siyasetinden başka bir şey değildir. Tabii ki, buna karşı korkunç olacağız. Mevcut toplumsal yaşam tabii ki, mevcut haliyle en iğrenç tarzdadır. Buna karşı elbette ki korkunç olacağız.

Sanırım daha çok bununla, bu aile düzenleri de kastediliyor. Özellikle bizim küçücük insanlarımızın bayıldığı, o kadın erkek ilişkileri, sözkonusu edilmek isteniliyor. Buna sanırım biraz açıklık getirmem gerekebilir. En iğrendiğim bir ilişki tarzıdır, bu kadınlı-erkekli ilişkiler. Çocukluğumdan beri büyük nefret etmem kadar, bu ilişkilerin mutlak yeni biçiminin de olması gerektiğine, sadece inandım demeyeceğim, büyük arayışı, büyük çabası içinde bulundum. Hatta bunu biraz teorik ifadeye de kavuşturdum. Özellikle Kürt kimliğinde ve Kürt insan olduğu oranda da ve öyle sayıldığı oranda da genelleştirilecek kadar değerlendirdiğimizde, büyük bir sahtekarlık görüyorum. Bugün aile kurumu, büyük bir kriz içinde. Bu biraz görüşümüzü doğruluyor. Mevcut ilişki tarzları, yine büyük bir bozulma halinde. Problemin güçlü olduğunu ortaya koyuyor. Biz bu problemi çok erkenden gördük, bizim toplumsal gerçekliğimizde her şeyi yutar. Şunu, bugün çok açıklıkla ifade edebiliriz ve ispatlanmıştır da; Kürt kişiliği burada tam bir delidir, tam bir hastadır, tam bir mahkumdur. Bu anlamda şöyle bir teorik ifadem var. Üçte bir deli, üçte bir mahkum. Dehşet verici bir kişilik. Tabii bunu parçalamak için korkunç olmak gerekiyor.

Özellikle en temel ilişki biçimi olarak, ilk toplum ilişkisi biçimi olarak, aile düzenleri bu konuda tam bir yutma makinesi haline gelmiştir. Küçücük bir aile beyi, kendini burada dört dörtlük bir iktidar sahibi sanabilir ki, bizde dünyanın en kölesidir. Bir kadın burada, geleceği, hiç umudu olmayan bir dünya için, çocuğunu sözümona korkunç sevdiğini iddia edebilir, ama ona bir parça ekmek bile yediremez. Veya basit bir güdü tatminini, müthiş bir aşk sanabilir, ama korkunç çirkindir. On ikisinde, on beşinde bu ilişki tarzları, dünyanın en büyük çirkinlikleri kadar, yaşamın daha bu yaşlar da bitirilişidir. Şimdi biz bunları normal göreceğiz. Ben böyle avanak erkeği, kadını kabul edeceğim. Ondan sonra ne kadar akıllı, ahlaklı olduğunu söyleyeceğim. Şimdi bunlar tabii ki, benim gibi birisi için mümkün değildi. Ve en önemli bir başarımda, bu tarz kişiliği çok erkenden tespit edip, ona kendimi kaptırmamak biçiminde olmuştur.

Yaşamı şüphesiz bir savaşla geliştirme veya yaşamın önünü bir savaşla geliştirmeye çalışırken, önünü açmaya çalışırken; tabii onun ideolojik, örgütsel, siyasal çabaları, hazırlıkları korkunçtur. Öyle olmalıdır, başka türlü olmaz. Ama onun bireysel boyuta indirgenmesinde de o denli bir hassasiyet var. Tabii buna, bana göre korkunç bir güzellik arayışı demek, daha doğru olabilir. Korkunç bir özgürlük temelinde yaklaşmak, daha doğru olabilir. Benim, böyle hareket ettiğim kesin. Hatta büyük arzular yaratılması demek, korkunç arzular demeyeyim de büyük arzular, tutkular yaratmak desem, ki bunlar çok gereklidir. Bunların olmadığı yerde çaba olmaz. Büyük özgürlük, büyük güzellik, onun için gerekli olan büyük çaba korkunç diye değerlendirilmek isteniyor. Bunlar olmadan yaşam olmaz. Veya yaşam genelin yaşadığı yaşamdır. Dünyayı bu anlamda bana versen, ben kabul edemem. Ya yaşam böyle olur, ben bu yaşamda yokum diyorum. Benim kabul edebileceğim yaşam, aradığım ve gereklerini gerçekleştirmek istediğim yaşamdır ve bunun için biz savaşı geliştirdik. On binlerce şehidi var. Korkunç bir zindan direnişçiliği var. Korkunç dağın, taşın direniş kesilmesi var. Bunlar korkunçtur. Ama niçin? Bana göre yine de en sonuçta kabul edilebilir bir yaşam için. Çocukluğumdan beri hep bunların peşindeydim, şimdi bunu biraz gerçekleştirmeye doğru koyuluyoruz. Bu daha umutlandırıyor. Daha yaşamı tercihli kılıyor.

Sonuç; işte yaşamın doğalı diyebileceğimiz bir noktaya doğruda geliyoruz. Şimdi başka türlü bu savaşı izah edemezsiniz. Başka türlü bu önderliksel gelişmeyi izah edemezsin. Tamamen yaşamı tüketen tüm kurumları, tüm ilişkileri çözmedikçe, nasıl ki atom enerjisi en büyük enerji ise toplumsal bu enerjiyi yutan noktayı da patlatamazsın. Bunlar yapılıyor. İyi yapılmışa benziyor. Kısaca, normal mantık yok ortada. Normal yaşam kuralları da yoktur. En azından geçerli dünya ölçülerine göre bizim bunları açma çabalarımız vardır. Tabii bunları öyle korkunç değil de; daha yürekli, daha devrimci, daha iradeli, daha arzulu, daha güzel, daha emekli ele alırsak ve birazda yaşamak için yaratmamız gerektiğini çok iyi bilirsek, hak- adaleti de burada ararsak, sanırım bu korkunç kelimesi yerine, yapılması gerekenin en güzelinin yapıldığını düşünmek kadar, amansız çabanın iç içe götürüldüğü, ortaya çıkan sınırlı gelişmelerin de bunu kanıtladığı rahatlıkla söylenebilir.

M. Baksi : Sayın Başkanım, başka sorularım yoktur ve verdiğiniz cevaplardan dolayı sizlere teşekkür ediyorum.

P.Ö: Bir kez daha umarım Sayın Baksi’nin, sağlık koşulları da bu yaklaşımlarla biraz daha güç bularak her bakımdan bir umuda, daha sağlıklı bir yaşama dönüşür. Tüm insanlar için olduğu kadar, en zorda olan insanlarımıza da ancak bu çerçeve de katkıda bulunabileceğime inanıyorum.

Sağlık, uzun ömür, başarılar diliyorum. Selamlıyorum.

Parti Önderliği


Warning: Undefined variable $meta_text in /data/abdullahocalan/public_html/wp-content/themes/xwe/content-single.php on line 53

Deprecated: printf(): Passing null to parameter #1 ($format) of type string is deprecated in /data/abdullahocalan/public_html/wp-content/themes/xwe/content-single.php on line 57