سيرة ذاتية

– 1 –

apo1

 

Bireysel ve örgütsel yaşamımı üç döneme ayırmak mümkündür.

Birinci dönem; anamla kendi toplumsallığımı kendim kurabilmeliyim iddiasıyla başlayıp, önce

aileye ve köye karşı gösterilen tepkiden sonra ilkokula gitmeyle başlamıştır. İlkokula başlamak

devletleşmeye ilginin ilk ciddi adımıdır. Kişilik komünal toplumdan devletçi topluma doğru bir

dönüşümün adımını atar. Şehirleşmeyle birlikte yürür. Şehir değerleri kırsal komünal değerlere

göre üstün sayılır. Orta, lise, memurluk ve üniversite son sınıfına kadar okumak devlet

adamlığı için ön hazırlıktır. Herkeste bu yaşlarda kati bir şekilde şehirdevlet kişiliği hakim olur.

Geri bırakılmışlık ve ezilen milliyet konumu devlete tepkiye dönüşür. Sol sempatizanlık aslında

adil, eşitçi ve daha kalkınmacı devlet arayışından başka bir anlama gelmez. Kişilik bu dönemde

ezici biçimde geleneksel toplumun bağlarından kopartılmıştır. Anacıl komünal, kırsal ve soy

toplumu büyük oranda inkâra uğramış, bunun yerine kendinde geçmişini inkâr eden, küçük

gören, devlet ve şehir büyüklüğüne tapınan, gözü kara resmi düzene koşan oldukça marjinal

bir kişilik oluşmuştur. Oldukça trajik bir kişilik katliamı yaşanmıştır.

Eski toplumu, ana babasını, kardeşlerini, komşularını, köyünü, akrabalarını, yaşlıları, çocukları,

kadınları, soyunu, sınıfını hor gören bu yeni „ne oldum delisi‟ kişilik tüm az gelişmiş ülkelerde

bir afet halini almıştır. İçerikten yoksun bir modernizmle insanın temel toplumsal değerlerine

karşı derin bir yabancılaşmayı yaşar. Kapitalist sistemin ezici üstünlüğü altında gelişen bu kişilik

sahte bir tepki ile solculuk yaptığında bile marjinaldir. Toplumdan kopukluğu derinleşerek

devam etmektedir. Okul, şehirde işçilik ve devlet memuriyeti bu kişiliği tarihten ve gelenekten

koparıp „teneke‟ bir kişilik haline getirmiştir. Duyarsız, inkârcı, maaşa bağlanmış, şehir

fahişeliğine takılmış bu kişilikten kaynaklı her şey kapitalizmin ve ona engel toplumun değerleri

karşısında iflas etmek durumundadır. Reel sosyalizm, sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluşun

gerçek bir toplumsal dönüşümü sağlamlayamaması bu kişilikle yakından bağlantılıdır.

Çağımızın her tür sapmacı, faşist totaliter ideoloji ve pratiklerinin sosyal temeli bu kişilik

oluşumuna dayanmaktadır. Fransız Devrimi ile sıçrama yapan bu kişilik 1990‟larda eski

cazibesini yitirerek, tekrar bir normalizasyon sürecine girmesiyle sonuçlanmıştır.

İkinci dönem; bu sefer burjuva toplum ve devletinden kopup kendi çağdaş toplumsal ve

siyasal sistemini kurma amacına yönelik bağımsız bir ideolojik grup kurma denemesiyle başlar.

İlk toplumsallaşmanın çocuklarla dinsel dualar, ilkokula gitmeler temelinde oluşturulmasına

karşılık, ikinci toplumsallaşma üniversite öğrencileriyle sol ve ulusal ideoloji temeli üzerinde

geliştirilir. Kapitalizmin yaydığı değerlere, hakim ulus şovenizmine karşı her ne kadar kendi öz

toplumunu yeniden arama çabası varsa da, mevcut sol ve ulusalcı cereyanlar kapitalist yaşamın

normlarını aşacak güçte olmadıklarından, bu çabalar gerçek hedefine ulaşmaktan uzaktır.

Birinci PKKleşme aşaması da diyebileceğimiz bu süreç 1970‟lerin fırtınalı dünyasında aslında

savrulmuş bir yaprak misali savrulur durumdadır. Geleneksel dünyadan koptuğu kadar,

kapitalizmin öz değerleriyle de bütünleşilmemiştir. Tipik mezhepleşen, marjinalleşen süreç

yaşanmaktadır. Benzer biçimde kurulup da hızla biten sayısız gruplaşma vardır. Karşı çıkılan

devlet karşısında fille karınca misali bir çekişme başlamıştır. Teorik ve pratik arayışlarla toplum

ve ülke yeniden keşfedilmek istenecektir. Aslında dünya genelinde yaşanan sol moda takip

edilmektedir. Eski topluma bir aşı atılıyor. Ya tutarsa gibi bir havada başarı beklenmektedir.

Kendimize özgü artık bir fikrimiz var. Grubumuz sayısal olarak da gelişiyor. Kendimizi farklı bir

şey saymaya başlıyoruz. Aşının tutma ihtimali yüksektir. Kozasından çıkan kurtçuk misali

yurtdışına adım atılınca, özgüven ve delikanlı kesilme dönemine adamakıllı girildiği kabul

edilecektir. Ütopya gerçekleşmeye dair umut vermektedir. Grupsal destekten kitlesel halk

desteğine ulaşma güveni daha da pekiştirecektir. Silahların gücü ile tanışılmıştır. Çağdaş ulusal

hareketlerin gerilla grubu eğitilmiş ve silahlanmış olarak ülkenin erişilmesi güç doruklarına

ulaşılmıştır. Geriye yeni tarihi hamleye sıra gelmiştir.

Yaşamımın 1972-1984 yıllarını kapsayan bu dönemin ilk bölümü çok çeşitli açılardan

değerlendirmelere konu olabilir. Yoksul Kürt halkının çağa uyanış hamlesi de denebilir. İlk

isyan, kör kadere ilk kurşun da denebilir. Namus ve onurun haykırışı olarak da

değerlendirilebilir. Hz. Davud‟un Golyat‟a karşı ilk başarılı eylemi olarak da anlam kazanabilir.

Düşünce özgürlüğüne cesaret etmenin ilk adımlarından biri de sayılabilir. Bin yılların köklü

kölelik normlarından kopma hamlesi de olabilir. Anlamlı, başarısı biraz şans, biraz da emek ve

inanç isteyen adeta ikinci doğuş, yeniden paradigma kazanma olarak da tanımlanabilecek bir

dönemdir.

Yaşamımdaki ikinci dönemin ikinci bölümü 15 Ağustos 1984-15 Şubat 1999 yıllarını kapsar. On

beş yıllık bu süreç ikinci PKK hamlesi olarak silahlı mücadelenin ağırlık teşkil ettiği müthiş bir

süreçtir. Ortadoğu tarihinde Babek, Hariciler, Karmatiler, Hasan Sabah gruplarına

benzetilebilir. Birinci bölümde İsevilik ağır basarken, ikinci bölümde Musevilik ve

Muhammedilik karışımı bir ağırlık söz konusudur. Zor yürüyen muhacirin grubu „vaat edilmiş

topraklara ulaştırma görevi‟ büyük çaba ve yetenek istemektedir. Ulaştırma Hz. Musa‟yı

çağrıştırırken, savaş eylemleri Medine‟deki Hz. Muhammed‟inkini andırmaktadır. Öyle ruhsal

bir iman, inanç atmosferi hakimdir. Kendini inanca adama tam mümincedir. Bilimsel sosyalizm

iman gücünü kazanmış olarak yürütülmektedir. Savaş tam kutsal bir eylemdir. İnsan birey

giderek hiçleşirken amaç her şeyleşir. Tarihin tipik bir iktidar hastalığına tutulduğunu fark

etmek bile çok güçtür. Yılların devlet ve şehir ortamında bombardımana tutulmuş zayıf kırsal

kişilik, iktidara yapışmaktan başka yetenek zor tanır veya hep tek boyutla kalmaktan bir türlü

kurtulamaz. Kapitalizmin müthiş yalnızlaştırdığı kişilik kendi malı bir sistematiğe bağlandığında,

tersi bir eğilimle bu sefer müthiş bir toplumsallığı yaşayabilir. En tipik özellik en kutsal eylemdir

inancıyla her şeyin feda edilmesidir.

Aslında en kutsal değer yaşamdır demek gerekirken, tersine “Amaç her şeydir, yaşam hiçbir

şeydir” inancıyla fanatizm derecesinde bir kişilik öne çıkıyordu. Dogmatizmin bu türünde

kadercilik, bazı ilkelere bağlılık bir nevi dinselleşme olarak da tanımlanabilir. Kazanılan

paradigma yalın ve soyuttur. Analitik zekâ şahlanırken, duygusal zekâ boğuntuya getirilmiştir.

Ölmek ve öldürmek tamamen teknik bir meseleye indirgenmiştir. Son tahlilde kapitalizmin

kâra dayalı çalışma aşkı ideolojik yörünge altında yürütülmüş olmaktadır. Çağın genel

karakterine uyulmuştur. Ayrı bir mezhepleşme biçiminde olsa da, içinde yüzülen, yaşanılan

kapitalizmin dünyasıdır. Kapitalist eğilimin en soyut düzeyde reel sosyalist ve ulusalcı

genellemelerle birikimini sağlıyor, siyasal ve askeri oluşumu için çılgınca koşturuluyordu. Çağa

başka tür ulaşılamazdı.

Tabii bu tür koşturma dingonun ahırında yapılmıyordu. Sistemin sahipleri vardı. Kendi

kurallarınca egemen dünyalarının gereğini yapacaklardı. 15 Şubat 1999 günü, benim için

kapitalist dünyanın Azrailleşmiş gücünün bin bir hile ile boğazıma sarılış günü olarak da

değerlendirilebilir. Yaşamımın bu döneminde bazı stratejik hatalardan bahsetmek gerekir.

1982‟de ya gerçekten silahlı gruba önderlik edecek bir kadroyu yaratabilmeliydim, öyle ülkeye

yollanmalıydı. Kemal Pir‟ler 1980‟de değil 1982‟de daha geniş grupla Güney ve Doğu

Kürdistan üzeri ülkeye yollansaydı, daha doğru ve açılım sağlayıcı olabilirdi. Başta Duran

Kalkan, Ali Haydar ve Mehmet Karasungur‟un alanda görevli olmaları stratejik hata düzeyinde

yetmezliklere yol açmıştır. Ortadoğu‟daki sürecin bir kopyasını hem de geriden tekrarlamaları

bu stratejik hatanın temelidir. KDP kuyrukçuluğu, halka yabancılaşma, arkadaşlara layık

olamama, fuzuli işlerle uğraşma, halledilmiş çalışmaları yenileme, KDP ve YNK çatışmalarına

anlamsız karışma, önlerindeki potansiyeli, İran-Irak savaşının yol açtığı durumu görememe bu

stratejik yetmezliklerin devamı olarak kendini göstermiştir. Tarihi an‟a cevap verilmemesi,

buna denk çalışma tarzının sergilenmemesi, anlamsız keyfi yorumlama, çabalara stratejik darbe

vurma biçiminde sonuç vermiştir. İyi niyet ve çaba bu konumda sadece cehennemin yoluna

döşenmiş iyi niyet taşları rolündedir.

Ortaya çıkan çeteleşme eğilimlerini erkenden tespit edememe ve yeterince tavır koyamama

ikinci önemli stratejik yetmezliktir. Bu rolü güvenilir arkadaşlara bırakmak dogmatizmin diğer

bir sonucudur. O kadar soylu değeri çarçur ederlerken, mutlaka fark edebilmeli ve dur

diyebilmeliydim. PKK‟nin bütün soylu çabalarına en büyük darbeyi bu yönlü gelişmeler

vurmuştur. Adeta canavarlaşmış bazı kişiliklerin inanılmaz nitelik arz etmelerinin izahı güçtür.

Büyük emeklerle hazırlanan yapının bu öğelere kolay teslim olması daha da anlaşılmaz

konudur. Bendeki müthiş arkadaşlık anlayışı hep en iyisini yaparlar, en dürüstüdürler,

ellerinden gelmeyecek iş yoktur, çağdaş havarilerdir biçimindeki dogmatizme varan inanış bu

gelişmelerde etkili olmuştur. Geç uyandık. Tam uyandığımızda veya fark ettiğimizde, stratejik

olarak hem zaman hem büyük çabaların ürünü başta genç savaşçılar, halk, maddi ve manevi

birçok değer kaybedilmişti.

1992-1993 derslerini daha derinliğine çıkarmalıydım. Irak-Kuveyt krizi ile 1991‟de ülkedeki

gruplarla olmak daha doğru olacaktı. 1982‟lerde yapmadığım işi, atmadığım adımı bu sefer

yapma ve atma biçiminde olmalıydı. Ortadoğu çalışmalarını ikinci plana bırakmak gerekirdi.

Fakat aynı yaklaşım, yoğun takviyeler altından başarıyla kalkılacağına beni inandırmıştı.

Binlerce nitelikli kadro içinden mutlaka sürece cevap verenlerin çıkacağı hep beklenmişti. Fakat

hareketin bağrındaki çetecilik ve sorumsuz merkezi yaklaşım tüm katkıları boşa çıkarıyordu.

Tarih göz göre göre başarısızlığa götürülüyordu. Disiplin ve fedakârlıkla fazla değer

kurtarılamaz, görevler başarılamazdı. 1992 sonlarındaki Osman Öcalan‟ın YNK ile boyun

eğmeyi andıran uzlaşması, Murat Karayılan ve Cemil Bayık‟ın intiharvari çabaları tesadüfen

birleşerek sürecin daha büyük kaybını önledi. Köklü ders çıkarılması gereken nokta buydu.

Ülke içi ihmal edilmemekle birlikte, merkezi kadro yapısının köklü çözümüne ihtiyaç vardı.

Bunu Suriye üzerinde yeni okullar açmayla telafi etme ve aşırı tekrarlama çalışmaları beni

oldukça tıkadı. Çabaların anlamı pek kalmamıştı. Bizzat müdahaleyi yapmada geç kalmıştım. O

kadar değer kaybından sonra yönelmeyi kendime yediremiyordum. Tıkanmayı askeri değil,

siyasi yollardan açma deneyimi daha anlamlı geliyordu. Askeri yönelim toptan intihara

götürebilirdi. Siyasi çalışma ise, daha potansiyelli hareketi mümkün kılabilirdi. Yapıda

tekdüzelik sürdü. Aynı tarz çalışmalar KONGRA GEL dönemine kadar yansıdı. Son iç

bunalımların kökeni aslında ülkeye gidiş ve orada üsleniş, çalışma tarzı ve temel taktik

anlayışların bir devamından ibarettir. Özeleştiriler anlamlı yapılmamıştı. Eski kişilik ve çalışma

tarzında ısrar vardı. Bu da her zaman ve her yerde anlamsız kayıplara, yerine getirilemeyen

görevlere, acılara ve sonuçta tasfiyelere yol açmaktan öteye gidemezdi.

İkinci yaşam dönemi devlet odaklı olduğundan, ama daha henüz yitirilmemiş komünal

demokratik duruş özelliklerinden ötürü çelişkiliydi. Sonucu bu çelişkilerin boğuşması

belirleyecekti. 15 Şubat 1999 aynı zamanda devlet odaklı yürüyüşe ölüm darbesi indirmişti.

Eğer devlet odaklı particilik, devletçilik bir hastalıksa, o halde 15 Şubat 1999‟da tüm kapitalist

dünya devletlerinin bana vurduğu darbe aynı zamanda üçüncü doğuşum için bir ilaç, bir ebelik

rolünü oynayacaktı.

Üçüncü yaşam dönemi; eğer adına ve özüne yaşam denilebilecekse, 15 Şubat 1999‟dan sonuna

kadar gidilebilecek aşama olarak ayrıştırılabilir. Belirgin niteliği, genelde devlet odaklı, özelde

kapitalist modern yaşamdan kopuşla başlamasıdır. Tekrar yaban yaşama koşmuyorum. On bin

yıl öncesine gidecek değilim. Ama insanlığın bazı temel değerlerinin o yıllarda gizli olduğu da

kesindir. Uygarlığın bin bir hile ve zorbalıkla kestiği o dönem insanlığı bilimsel-teknik seviyeyle

bütünleştirilmedikçe, insanın gerçek kurtuluşu, özgürlüğü mümkün olamazdı.

Uygarlık ve devlet odaklı yaşamdan kopmak gerileme değildir. Tersine doğadan ölümcül

kopuşa, kan ve yalana dayalı şişirilmiş iktidar kişiliğinden vazgeçme belki de en temelli sağlığa

kavuşma imkânıdır. Hastalıklı toplumdan sağlıklı topluma, sıkboğaz, obez, çevreden kopmuş,

bir nevi kanserleşme olan aşırı şehirleşmiş toplumdan ekolojik topluma, tepeden tırnağa

otoriter ve totaliter devletli toplumdan komünal demokratik ve özgür-eşit topluma doğru bir

yöneliş söz konusudur. Avcı kültürüyle hayvan katliamına, uygarlığın insan katliamına,

kapitalizmin doğa felaketine yol açan zincirleme halkasından kurtulma yeni bir insanlığa kapıyı

aralayabilir. Hayvanlarla dost, doğayla barışmış, kadınlarla dengeli güç yapısına dayanan,

barışçıl, özgür-eşit, aşklı yaşam, bilim ve tekniğin gücünü savaş ve iktidarın oyuncağı olmaktan

çıkarmış ahlaklı politik bir kişilik, beni, en azından ENKİDU‟yu şehre ve devlete bağlayan

çekim gücü kadar çekiyor, anlamlı kılıyor. Tek kişilik tutukevinin yarattığı bir özlemden

kesinlikle bahsetmiyorum. Büyük bir düşünsel, ruhsal paradigmadan bahsediyorum. Kategorik

yaklaşımdan, büyük güce tapınmadan, çağın, tüm uygarlıkların kan lekeleri altında parıldayan

yaldızlı yaşamlarından gerçekten hem bıktım hem nefret ediyorum.

Çocukken genlerime işlemiş avcı kültüründen ötürü gözümü kırpmadan başlarını kestiğim,

kopardığım, kurnazca avladığım kuşlardan, vurduğum hayvanlardan özür dilemekle başlamak

istiyorum yeni yaşam dönemime. En büyük saadetin kaşaneli köşklerde değil, yeşil çevreli

kulübemsi mekânda yaşandığına inanıyorum. Doğayı tüm renkleri, sesleri ve anlamları içinde

dinleyerek, bütünleşerek yaşamın erdemine ulaşılacağına inanıyorum. Gerçek ilerlemenin dev

kentlerden ve iktidar otoritelerinden geçmediğine, tersine bunların en büyük hastalık kaynağı

olduğuna; buna karşın eski köyü de, yeni kenti de aşmış, ekolojik yerleşimi bilimin ve tekniğin

en son verileri ile karşılayan bir mekânsal yaşamın gerçek devrim olduğuna inanıyorum.

Aradaki kocaman uygarlık yapılarının insanlığın mezarı olduğuna inanıyorum. Bir gelecek

yürüyüşü olacaksa, bu gerçekler temelinde olursa anlamlı ve yürümeye değer olduğuna

inanıyorum.

Hiyerarşik devletçi sınıf uygarlığından kopmak en büyük özeleştiridir. Bunu başaracağıma

inanıyorum. İnsanlığın çocukluğuna, emekçilerin, halkların unutturulmuş tarihine, kadınların,

çocukların ve çocuk ihtiyarların ütopyalarındaki özgür-eşit dünyalarına katılmayı, başarıyı

orada sağlamayı daha çok istiyorum.

Bunların hepsi ütopya. Ama bazen ütopyalar mezardan beter yapılar içindeki yaşamın tek

kurtarıcı esinidir. Günümüzdeki mezarlardan beter yapılardan tabii ki öncelikle ütopyayla çıkış

yapılacaktır. Durumum hiçbir insana benzemiyor. Benzemesini de istemiyorum. Daha iyi

anladığıma, hissettiğime göre iyi yoldayım. Anlamın ve hissin yaşattığı bir insan en güçlü

insandır. Büyüklere benzeme günahını bir daha işlemeyeceğim kesindir. Zaten benzemeyi ne

çok istedim, ne de becerdim. İnsanlığın geçmişi daha gerçektir. Ona saygılı olacağım ve yaşamı

orada arayıp bulacak ve yeniden başlatacağım. Gelecek bu çabaların işleyiş halinden başka bir

şey değildir.

27 Nisan 2004

Tek Kişilik Tutukevi/ Mudanya/ Bursa

Abdullah ÖCALAN

 

 

 

– 2 –

 

apo2

 

Apo Kimliği: Klandan Halk Olmaya Doğru

Abdullah Öcalan kimliğinin bir taslağını çizmek, olguyu en yoğun biçimde yaşayan kişi olarak, benim için bir

görev olmaktadır. Böyle bir çizim aynı zamanda tarih, sosyoloji, biyografi ve sanat çalışması yapanlar için

konuyla ilgili önemli bir belge boşluğunu gidermiş olacaktır. Ayrıca teorik ve pratik bir kurum olarak geniş bir

çevreyi somut olarak ilgilendirmesi ve birçok toplumsal gelişmeyi etkilemesi, doğru tanımlanmasını daha da

önemli kılmaktadır. Hakkımda yazılmış ve yazılacak, söylenmiş ve söylenecek olan birçok değerlendirmeyi

aydınlatmak açısından da bu yararlı olacaktır. Konunun bilimsel ve edebi boyutlarıyla işlenmesi de şüphesiz

gerekmekte ve her geçen gün önemi artmaktadır.

Bireyde tarihin ve bir halkın bu denli yoğunlaşması pek az yaşandığı gibi, bir bireyin de bu denli bir yalnızlık

yürüyüşü ile bir tarihi ve halkı yoğurması ve yürütmesi az görülmüştür. Aydınlatılması gereken birçok husus

olduğu, her geçen gün daha çok fark edilmektedir. Hem dost ve yoldaş çevresinde, hem de muarızların

duygu ve düşüncelerinde uyanan soru işaretlerine ve yaşamlarında ortaya çıkan değişikliklere doğru yorumlar

getirmek de doğru bir kimlik tanımlanmasını yaşamsal kılmaktadır. Daha da önemlisi, kimliği doğru

tanımlayamamak, yol açtığı muazzam trajedilere daha büyüklerini gereksiz biçimde ekleme tehlikesini

taşımaktadır. Yine konunun çok geniş bir istismarcı çevresi de oluşmuş bulunmaktadır. Doğru tanımlanmama,

bunların oyunlarını ve çıkarlarını daha rahat sürdürmelerine katkıda bulunacaktır.

Doğal Doğuş, Klan Kültürünün Dağılışı ve Uygarlık Ormanına Giriş

Doğal çevre ve tarihsel gelişimin birey kişiliğinin oluşumunda belirleyici rol oynadığı bilimsel bir tespittir.

Tanımlanma düzeyinde çevre ve tarihsel çerçeve hakkında özlü bazı belirlemeler yapılabilir. Doğduğum

çevre, Orta Torosların Mezopotamya ovasıyla batıdan birleştiği, vadilerle parçalanmış ve hafif tepelikleri

olan bir plato görünümündedir. Fırat nehrinin kuzeyinden akıp güneye sert bir kavis yaptığı kıvrımın beş

kilometre yakınında kurulan Ömerli (Ammara) köyü doğup büyüdüğüm çevredir. İklimi gecikmiş bir Akdeniz

iklimidir. Tarihte Verimli Hilal olarak adlandırılan bölgenin ortasındadır. Bütün bitki ve hayvan kültürlerine

elverişlilik arz etmektedir. Alanın neolitik toplumun geliştiği en temel bölgelerden biri olduğu, halen güçlü

neolitik özelliklerin yaşanmasından anlaşılmaktadır. Yörenin yakınlarında güçlü olan feodal ve daha sonra

gelişen kapitalist özellikler, doğuş bölgemde pek etkili olamamıştır. Neolitik köy toplumunun varlığını güçlü

bir biçimde sürdürmesi dikkate değer bir durumdur.

Bu alanın Sümer uygarlığının ilk kolonileştirme çabalarına güçlü bir biçimde uğradığı anlaşılmaktadır.

Güneyde Sümerlerin en temel kolonilerinden olan Kargamış, doğuda Urfa-Bilecik, kuzeyde Samsat ve batıda

Pere şehirlerinin tam ortasına düşmektedir. Komagene Krallığının da merkezi bölgesidir. MÖ. 2000‟lerde

uygarlıkla tanıştığı kesindir. Daha önceki neolitik toplumun muhtemelen doğuşundan günümüze kadar gelen

15 bin yıllık ömrünü yaşaması da güçlü bir olasılıktır. Asur, Med, Pers, Sasani, Helen, Komagene, Roma,

Bizans, Arap-İslam ve Osmanlı-Türk uygarlığına tanık olmuştur.

Alandaki tarihin diğer önemli bir özelliği, çeşitli etnik topluluklar ve kavimlerin adeta geçiş kapısı niteliğinde

olmasıdır. Saf bir etnik topluluk ve kavim yoktur. Hepsinin karışımından bir mozaiğin halen süren güçlü izleri

hâkimdir. Alanda ilk yerleşim sahiplerinin Hurri ismiyle adlandırılan Aryen kökenli etnik topluluklar olduğu

tarihsel, arkeolojik ve etimolojik verilerden anlaşılmaktadır. Bugünkü Kürtlerin dil yapılarıyla Hurri dil yapısı

arasındaki benzerlik de bu gerçeği doğrulamaktadır. Bilindiği gibi, Hurriler Sümerlerin kuzey bölgelerindeki

yüksek dağlık ve tepelik alanlarda yaşayan halka verdikleri genel bir adlandırmadır. Yine Sümerler bazen de

„dağlı halk‟ anlamında bu yöredeki topluluklara Kurti demektedirler. „Kur‟ dağı, „ti‟ eki ise aidiyeti ifade edip,

Dağlı anlamına gelmektedir. Güneyde ise bölgeye sık sık sızan diğer bir etnik topluluk olan Sami kökenli

Amoritler yaşamaktadır. Ammara adı bu kültür geleneğinden etkilenmiş olabilir. Daha sonra Araplarla

beslenen bu topluluklar, Saad İbni Ebu Vakkas komutasında İslamiyet‟i bölgeye taşımışlardır. Halen insanlar

ve köylerin birçok ismi Arap-İslam kökenlidir. Geleneksel Hurri-Amorit çekişmesinin bölgede de oldukça eski

tarihlere kadar uzanması mümkün görülmektedir. Asurilerden kalma birçok kalıntı halen bölgede

durmaktadır. Yazılı birçok kaya bulunmaktadır.

Bölgenin tanışık olduğu diğer etnik gruplardan Luwiler ve Ermeniler önem taşımaktadır. Grekler tarafından

MÖ. 1000‟lerden başlayıp, MS. 1000‟lere kadar devam eden eritme süreci boyunca, Luwilerin bölgede etkili

bir etnik topluluk oldukları kesindir. Halen köy anlamına gelen „Gond‟ kelimesi Luwice‟dir ve „tepelik‟

anlamına gelmektedir. Sümerler yerleşim alanları olan bu tepelik kısımlara „Ur‟ derken, Luwiler „Gond‟

demektedirler. Anadolu‟nun en eski bir halkı olup, daha çok Güney ve Güneydoğu Anadolu‟da

yerleşmişlerdir. Kültürleri ve dilleri Aryen kökenlidir.

Ermenilerin de bölgenin eski halklarından olduğu, kalan kültürel kalıntılardan anlaşılmaktadır. Komşu köy

olan ve ilkokulu beş yıl her gün gidip gelerek okuduğum Cibin (Saylakkaya) köyü Cumhuriyet yıllarına kadar

bir Ermeni köyüdür. İdari kazamız olan Halfeti (Rumkale) adının, madencilikle uğraşan ve adına Hal-Pau

denilen bir halktan türemesi güçlü bir olasılıktır. Bu halkın da (çocukken bile demircilik başta olmak üzere

madencilikle uğraşanların daha çok Ermeniler olmasına bizzat tanık olmamdan da anladığım kadarıyla)

Ermenilerin atalarından olması olasılık dâhilindedir. Bölgenin madencilik ustalığı Ermenilere hastır. MS 12.

yüzyıldan itibaren Türkmen boylarının da bölgeye aktığı görülmektedir. Doğuda Kürtlerin ezici hâkimiyeti

olduğundan, Türkmenler daha çok Fırat‟ın batısından gelip sızmaya çalışmışlardır.

Bu gerçekliğin ışığında köyümüzün bir etnik çevre haritasını çizersem, ortada Ammara (Ömerli) Kürt, batıda

Fırat kıyısında Ayno (Ayn, Arapça „Pınar‟ demektir; önemli bir pınar olmaktadır), Türkmen‟dir. Kuzeyde

Bazur, Derto, Gogan (Nahiye merkezi Büyük Göklü) Kürt‟tür. Doğuda Arah (Ortayol), Türkmen‟dir.

Güneyde Aram, Türkmen‟dir. Arah ve Aram isimlerinin Asur-Amorit kökenli olması ihtimal dâhilindedir.

Güneyde Cibin (Saylakkaya) yakın geçmişte Ermeni, Cumhuriyetle birlikte Türkleşmiş bir Ermeni köy

kalıntısıdır. Tam bir etnik-kültürel mozaik ortamında bulunmaktayız. Üç dört temel Ortadoğu etnik-kültürel

grubu çevremizde adeta en yoğun kaynaşmayı yaşamış gibidir. Sami, Amorit, Asur ve Arap etkileri sürekli

güneyden, Ermeniler zanaatkâr ve demirci-madenci bir halk olarak kuzeyden gelmişlerdir. Türk-Türkmenler

en son gelen başka bir etnik-kültürel grup olmuştur. Kürtler ise, neolitik devrimi ve kültürü yaratan etnik

boyların en temel ve en güçlü sürdürücüleri olarak bölgede merkezi bir rol oynamışlardır. Tarım ve

hayvancılık asıl uğraşılarıdır. Araplar-Amoritler ticaret, Ermeniler madencilik, Türkmenler ise göçebelik ve

savaşçılık peşinde koşup durmuşlardır.

Alanın bu özelliği, bir kavme mensup tek bir kültürün hâkimiyetine izin vermemekte, tarihin en eski

dönemlerinden beri kültürel çoğulculuğun hoşgörüyle yaşanmasını zorunlu kılmaktadır. İnanç yönünden de

Hıristiyanlıkla Müslümanlığın en eski dönemlerden beri iç içe yaşadığı bir bölgedir. Dolayısıyla etnik, kültürel

ve inançsal çoğulculuğun en eski bir bölgesi unvanını taşımaktadır. Etnik toplumlar arasında geçişler

yoğundur. Evlilikler yapılabilmektedir. Bu durum güçlü bir sınıfsal baskı düzeninin neden kurulamadığını da

açıklamaktadır. Tek bir toplumun egemen olamaması, her toplumdan etnik grupların var olması ve kendi iç

yapılarını korumaları, güçlü neolitik köy özellikleri; köleci ve feodal bir tarzın, güçlü bir devlet veya beyliğin

bölgeye damgasını vurmasını engellemektedir. Bölge köy toplumu, klan-kabile düzeyini aşmamış özgür köylü

ailelerine yakın bir toplumsal düzeni binlerce yıldır korumaya çalışmaktadır. Çünkü beylerin olduğu hiç

hatırlanmamaktadır. Sümerlerden beri Birecik, Halfeti ve Samsat köylerinde, merkezi despotizme bağlı sınırlı

bir gücü olan koloni bürokrasisi bulunmaktadır. Bu bürokrasi bölge halklarının kültürüne yabancı olup, adeta

aralarında kalın bir duvar örülmüş gibidir. Bu özellik halen devam etmektedir. Bürokrasinin kolonici niteliği

yerel anlamda bir sınıflaşmayı önlemiş, yerel bir bürokrasinin oluşumuna imkân vermemiştir. Dolayısıyla

güçlü bir sınıf kültüründen bahsedilemez. Hâkim kültür daha çok özgür köylülüğün aile kültürüdür. Güçlü bir

aşiret kültürü bile yaşanmamaktadır. Kapitalist kültür yeni gelişmektedir. Bu gerçeklik, alana özgü bir

durumdur. Neolitik tarım kültürünün güçlü izlerinin bulunması, eşitlik duygularının ve kadının tam ezilmemiş

bir konumu halen yaşamasının da önemli bir nedenidir. Kısaca doğduğum çevrenin doğal ve tarihsel

özelliklerini bu çerçevede tanımlayabilirim.

Çocuğun kimlik kazanmasını daha yakından belirleyen bir etken ailedir; ailenin de içinde yer aldığı köy

toplumudur. Çizilen çerçeveden de anlaşılacağı gibi, köy toplumumuz binlerce yıl öncesinin neolitik

kültürünün etkisi altında, feodal İslamiyet‟in inançlarını pek anlamadan yaşamaktadır. Aralarında sınıf farkı

olmayan, kendilerini idare etmeye yetmeyecek kadar az mülkü bulunan, dışarıda işçilik ve ırgatçılık yapan

yoksul karakterli ailelerden oluşmaktadır. Eskiden olsa bile aşiretçilik aşılmış; akrabalık ve aile bağları kabile

olmaya bile yetmeyecek kadar zayıflamıştır. Gelişen kapitalist ilişkiler karşısında yoksul emekçiler konumuna

gelmişlerdir. Cumhuriyetin bürokratik yapılanmasına da yabancıdırlar. Sınırlı bir okuma oranına sahiptirler.

Cumhuriyet kültürünün pek farkında değiller. Denilebilir ki, neolitik toplum da dâhil, köleci, feodal ve

kapitalist toplumun etkilerini hep dışardan alıp diyalektik bir dönüşümden geçirmeden, „başa gelen çekilir,

kader‟ anlayışıyla benimseyip derinliğine bir pasifizmi yaşamışlardır. Tüm kültürlerin onlar için bir anlam ifade

etmesi zordur. Bir nevi altta kalan fosil tabakaları gibi donuklaşmışlardır. Zihnen ve ruhen kendilerinden

herhangi bir yaratıcılık beklenemez. Buna „zamanın dışında kalma‟ da diyebiliriz. Genelde Doğu

toplumlarının MS 1000‟lerden beri yaşadığı tutuculuk ve içe kapanma özellikleri geçerlidir. Mitolojik anlamda

bile anılarını yitirmiş, inandıkları Tanrının hangi ihtiyaçlarını karşıladığının hiç farkında olmayan, marjinal

toplum olarak dibe vurmuş bir durumu yaşamakta ve paylaşmaktadırlar. Kapitalist sistemin hiçbir devrimci

aşamasına katılmamış olmaları, bu marjinal durumu daha da daraltmaktadır. Köy toplumu kendini zorbela

ancak fiziki olarak üretebilmekte, ideolojik olarak ise zihinsel ve ruhsal yabancılaşmayı en derinlikte

yaşamaktadır. Yaşamın ciddi bir toplumsal, siyasal ve ideolojik hedefi bulunmamaktadır. Kurtarıcılık, ahret

düşüncesi bile anlamını yitirmektedir. Ancak küçük memur olma ve Avrupa‟da işçilik, sınırlı umutlar

yaratabilmektedir. Kötülükleri olmayan, ama hayırları da pek bulunmayan edilgen bir insan gerçekliğiyle karşı

karşıya bulunmaktayız. Her şey silik, anlamını yitirmiş, çaresizliği bir kader bilen, yaratıcılıktan uzak bir

dünyanın üstü açık hapishanesinde kendini tutsak yapmış bir yaşamın mahkûmu gibidir.

Bu gerçekliği paylaşan bir aileden gelmekteyim. Fakat toplumsal genlerin de etkili olabileceğine dair bazı

kavramlarla düşündüğümde, ailenin daha yakın incelenmesi gerektiğini fark ettim. Klan veya hanedan kökenli

olduğuna dair pek veri yoktur. İkisi ortası bir familya, soylu aile olma ihtimali vardır. Kürtçe „Mala Ocê‟

denmektedir. „Mal‟ı, familya anlamında kullanabiliriz, „Ocê‟ bilinen en eski atamız olmaktadır. ÖCALAN

soyadının bu ataya dayanarak verildiği kanısındayım. Ocê‟nin Hüseyin ve Abdullah adlı iki çocuğuna dayalı

aileler oluşmaktadır. Babam Abdullah‟ın oğlu oluyor, adı Ömer‟dir. Benim adım, dedem Abdullah‟tan

kalmadır. Dedemin hem çok bilge olduğu, hem de gençliğinde en önde gelen atlı süvari olduğu çokça

söylenen özellikleridir. Babamın silik, ama kesin inançlarına bağlı, dürüst, namuslu, hiç kimseye kötülük

düşünmeyen bir karakterde olduğuna ben de tanık oldum. Sanki koşulları olsaydı, bu özellikleriyle tarihsel

çıkışlara katılmaktan çekinmeyecek biri gibi gelirdi bana. Aslında arifti. Beni tanımada ileri düzeydeydi. İş

yapmamın çok temiz ve tarzımın fethedici olduğunu bir fıstık ağacı altında söylerken halen hatırımdadır,

güçsüzlüğün derin acısını çekerdi. En unutamadığım anımı belirtsem yerinde olur: Kadastro memuru olarak

Diyarbakır‟da bulunurken, kendisini vilayetin duvarı üstünde buldum. Bir kavun kesip yediğimizde

memnuniyetini belirtti. Bu haline üzülmüştüm. Emekle kazanmak en çok önem verdiği husustu. Bize

kızdığında haklı olarak yaptığı beddua şuydu: „Ekmek tavşan, siz de tazı olup peşine düşesiniz.‟ Ekmek

kavgasını kavratmak istiyordu. Ama o anlayış gücümüz yoktu. Bana, “Ben ölürsem gözlerinden bir damla yaş

gelmez” derken de arifçe konuşuyordu ve doğru söylemişti.

Ailenin diğer konuda daha çok soyluluk sevdası egemendi. Çok eskiden Osmanlılar döneminde Osman Paşa

adlı bir bürokratın da aileden çıktığı söylenirdi. İsmet İmset‟in benim biyografime ilişkin yaptığı çalışmada,

sanıyorum, Genelkurmay araştırmalarına dayanarak benzer sonuçlara ulaşmıştı. Ailenin Kürtlere yönelik

Türkmen ve Arap boylarının saldırılarına karşı öncülük yapma ihtimali yüksektir. Bölgeyi güneyden gelen

Arap boylarıyla, batıdan gelen Türkmen boylarına karşı savundukları, kendilerinden kalma geniş arazilerden

de anlaşılmaktadır. Çok önceden bir bütün oldukları Beski Aşiretinin en batı kolu olan Berazilerden

geldiklerini, onların en batıdaki militan ailesini teşkil ettiklerini belirlemek mümkündür. Beskilerin bir

bölümünün Süleymaniye yakınlarında, İran ve Irak sınırlarında yaşadığı bilinmektedir. Benim yaşadığım

dönemde aşiret bağları tamamen unutulmuştu. Genel bir ad olarak her aile kendisine „Kurmanc‟ derdi.

„Kurmanclık‟ aşiretten kopmuş, halklaşma sürecine giren Kürt‟ü ifade etmektedir.

Yaygın olarak Kurmanclaşma, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılda gelişmektedir. Bu da Kürtler için yoğun

bir halklaşma anlamına gelmektedir. Tüm aşiret ve kabile dışı kalan ailelere Kurmanc denildiğini göz önüne

aldığımızda, feodal etkinin kırılmasına, özgür köylü ve kır emekçilerinin (ortakçı, yarıcı) ortaya çıkmasına

tekabül eden bu süreç önemli bir Kürt dinamiğidir. Kendim bu dinamikten geldiğim gibi, PKK de esas olarak

Kürtleri ilgilendirdiği anlamıyla bir Kurmanc Hareketidir. Sosyoekonomik temeli ağırlıklı olarak Kurmanc‟dır.

Kurmanc, halklaşma sürecindeki Kürt‟ü ifade etmektedir. Kabile ve aşiret duyguları silinmekte; zayıf ve

kendiliğinden de olsa, bir kavim ve halk bilinci bunun yerini doldurmaktadır. Aşiret bilincine göre daha ileri

bir sosyal ve milli bilinç biçimine dönüşümü ifade etmektedir. PKK‟nin gerek önderlik, gerekse temel kadro

yapısındaki bu orijinallik, kendini diğer tüm Kürt önder ve örgütlenmelerinden ayırt eden sosyal temeli teşkil

etmektedir.

Ana tarafımız daha karmaşıktır. Babamın anası Besey, Halfeti‟nin güneyinde Birecik etrafından Arap

mıntıkalarına kadar yayılan çok dövüşken Gedikan aşiretinin Şabikan kolundandır. Kendi kendine ölmeye

„murdar‟ (haram, pis ölüm) demektedirler. Anamdan dedem Hamit ise Arah Türkmen köyünden Havva ile

evlenmekte olup, anam Uveyş ondan doğmaktadır. Havva ve Uveyş ailede de etkili, güçlü kadını temsil

etmektedir. Kendilerini kesinlikle koca-erkekten aşağı kabul etmezlerdi. Denilebilir ki, kadın-erkek

çelişkisinden kaynaklanan bir sosyal mücadeleyi en ilkel biçimiyle yaşamaktaydılar. Kurulan denge bir

egemenlik biçiminde değildi, bir uzlaşmayı andırıyordu. Ama her an bir çatışma tohumunu içinde

barındırıyordu. Ailemizin başka tür kökenli kadınlarla da evliliklerinin olmasının, aralarında bir yakınlık ve

uzlaşma sağlama ihtiyacına ve anlayışına dayandığı açıktır. Geleneksel kavgaya son vermenin bir yolu da kız

alıp vermedir. Bu yöntemin oldukça kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Kısaca çerçevesini böyle çizebileceğim ailede ben doğduğumda, aslında klanın ve familyanın son kalıntısını

temsil etmekteydim. 15 bin yıllık bir etnik tarih benimle sona erer gibidir. İçine gireceğim müthiş ideolojik ve

siyasal süreç etnisiteyi sona erdirecek ve halk çağını açacak yapıdadır. Çok sancılı geçmesi bu özellikten

kaynaklanacaktır. Bir nevi son Kızılderili‟yi oynayacağım. Soyun son umudu misyonu da, belki farkına

varmadan yüklenilmiştir. Aile kabuğunu acımasızca parçalarken, aslında on beş bin yıllık bir tarih mirasını

zorladığımı sonradan fark edeceğim. Ana ve babanın büyük üzüntü ve gözyaşlarının anlamını onlar öldükten

çok sonra kavrayacaktım. Fakat her devrimin bir de acımasız yönü vardır. Devrim iradesinin bazı acıların

farkında olmaması, adeta doğası gibidir. Tek teselli bulduğum husus, tüm bu yönlü ana ve babaların

çocuklarının yeniyi doğururken hiç de geçmişlerine ihanet etmediklerini, tam tersine ona sahiplik etmenin en

zor, en acılı, ama en onurlu yolunu tercih ettiklerini görmek olacaktır. Bu yüzden onlar mezarlarında rahat

uyuyabilirlerdi.

Daha doğar doğmaz ve kendimi tanır tanımaz, kendimi aile ve köy devriminin ortasında buldum.

Bağlanacağım ne aşiret, ne de sınıfsal ve ulusal amaçlar vardı. Din bile sadece Arapça ezberlemeyle tatmin

edici olmaktan uzaktı. Aileyi güçlü bir biçimde yeniden üretmenin koşulları bulunmuyordu. Yükselme

duygusunu tatmin edecek hiçbir şey ortalıkta yoktu. Okulu, beni yutacak bir canavar olarak algıladığımı halen

hatırlarım. Şehri de beni yutacak, güç getirilemeyecek bir olgu olarak görürdüm. Köy cemaatleri de hiç umut

vermiyordu. Dedikodu, fitne fesat karargâhları olmaktan öteye bir fonksiyonları yoktu. Bu dönemde

gözlerim hep kırsalda olacaktı. Hatta öyle hatırlarım ki, anam benim üzerimde üç kapıyı kapatıp üçer sefer

yarı boğup bayılttıktan sonra bile, uyanır uyanmaz yıldırım hızıyla kapıya vurur, dışarı fırlar, kırlara kadar

uzanırdım. Fırıl fırıl dolaşırdım. Belli ki bir şeyler arıyordum. Sonradan kıyaslayacağım birçok peygambersel,

filozofça çıkışların bu tür yalnızlık yürüyüşlerine ihtiyacı vardı. Güncelliğin sığlığından kurtulmak ve yeniye

doğru yoğunlaşmak, bu yöntemle daha çok mümkün olmaktaydı. Ailenin tüm önemli kurallarına zıt

kesilmiştim. Geleneklerine, namus anlayışlarına kuşkuyla bakmam ve çiğnemem giderek artacaktı. İlk

çocukluk arkadaşlarımdan Şehit Hasan Bindal‟la bir kır gezintisinden gizli döndüğümü gören nenem Havva

kıyameti koparmıştı. Çünkü Hasan, düşmanın çocuğuydu. Buna cesaret etmem korkunç bir suçtu. Halen

hatırlarım. Nenemin anama karşı dikilip, “Uveyş, senin bu oğlun namussuz çıktı” deyişini hiç unutmam. Bu

öfkeye rağmen, düşmanın çocuğuyla birlik olmak benim için gün geçtikçe bir tutkuya dönüşecekti. Akraba

çocuklarından kaçarken, düşman diye tabir edilen ailelerin çocuklarıyla ilişki ve birlik aramam benim için bir

eğilim haline gelmişti. Aslında ilk doğal ideolojik ve siyasal örgütlenmemi bu yolla geliştirdiğimi daha sonra

iyi anlayacaktım. Yeni toplum projelerimin ilk ilkesi böyle doğmaktaydı.

Aile ve köy toplumunun ilkesel ve pratik reddi sürekli gelişiyordu. Yeni yaşam tarzımı oyunlarımda

deniyordum. Oyunlar benim için gerçek, aile ve köyün gerçekleri ise kurtulmam gereken ayak bağlarıydı. Bu

nedenle kendimi fark eder etmez, çocuk gruplarımı olağanüstü bir çabayla yaratmaya çalışacaktım. İlkesi,

oyun ve beceriklilikti. Kim en çok benimle oynarsa ve kazanma gücü gösterirse, o çocuk örgütümüzün en

değerli üyesiydi. Dost düşman ayrımı yapmadığım, bu konuda son derece ilkeli hareket ettiğim, Şehit Hasan

Bindal olayında çok belirgindir.

Bu konuda ikinci ilkem, cins ayrımını da yapmamamdı. Oyunlarda yeteneklerini fark ettiğim kızlar halen

aklımdadır. Bazen aylarca peşlerinde dolanıp oyuna çekmeye çalışırdım. Bu konuda canlı bir anı, Hasan‟ın

amcası kızı Elif‟le ilgilidir. Sonradan duyduğumda anısını şöyle nakletmiştir: “Gelin olduğum günlerde

Abdullah usulca eve yaklaşıp halen beni oyuna davet ediyordu.” Bu doğruydu. Hele bu yaşlarda yetenekli

kızların evlendirilmesini hiç kabullenemiyordum. O yaşlarda bile, kadınların zeki ve güzel olanlarıyla özgün

bir ilişkim olduğunu hatırlarım. Bana göre zeki olan güzeldi. Güzel olan zeki olmalıydı. Bu eğilimimi fark

eden kadınların daha o dönemlerde gruplar halinde beni dinlemeye, karşılamaya geldiklerini de hatırlarım.

Köyün akıl hocalarını dinlerdim. Köy İmamı Müslüm‟ün, o yaşlarda sürekli arkasında namazdaki duruşumu

fark ederek, “Bu hızla gidersen, evliyalar gibi uçarsın” deyişi aklımdadır. Din önemli bir gelenekti. Ama

giderek kuşkulu bir kişilik oluşturmamın önemli bir etkeniydi. Tanrı kavramı üzerinde zaman zaman buhrana

varacak düzeyde dururdum. Ancak bu savunmamdaki çözümlemelerde bu kavramı köklü olarak

çözümleyebildiğimi söyleyebilirim. Çocukları örgütlü tutmanın bir yolu, kendi başıma namaza kaldırmamdı.

Kendi kendimi imam yapmamın ilginç olduğunu belirtmek gerekir. Kavga yerine, yetenekleri açığa çıkaran

oyun düzenlerine çok daha meraklıydım.

İlkokula gitmem karışık duygular içinde gerçekleşti. Okulu endişeli bir ruh haliyle karşıladım; ama

yükselmenin de tek yolunun buradan geçtiğini fark etmiştim. Girdiğim ilk günden üniversitenin son sınıfına

kadar okulda hep dikkat çektim. İlk sıralarda bir başarı düzeni hep geçerli oldu. Fakat köy yaşamı da dâhil,

kişiliğimin o günlerden beri içine girdiği bir ikilem, karakterimin ayrılmaz bir parçasıdır. Köyün, ailenin,

devletin ve genel toplumun statüsüne görünüşte ilk sıralarda uyum sağlayan, hatta bunu örnek düzeyde

gerçekleştiren özelliğimle, dipte asıl inandığım ve yaşam bulmasına çalıştığım mistik özelliğim tam bir çelişki

halindeydi. Daha sonra fark ettiğim kadarıyla bu evrensel bir çelişkiydi. Kendimi resmi, gayri resmi toplumun

gibi gösterirken de bu çelişki geçerlidir. Birey-toplum çelişkisinde de aynı durum geçerli olmuştur. Resmi din-
mistik din çelişkisi de bu gerçeklikten kaynaklanır. Benim için farklı olan, bu ikilemin yoğun, sürekli ve giderek

farklı iki yaşam bakış açısına dönüşmesiydi. Bu çelişki kişiliğimin büyük tereddütler, endişeler ve kuşkular

içinde gelişmesine yol açmıştır.

İlkokula her gün yayan gidip geldiğim Cibin eski bir Ermeni köyüydü. Cumhuriyetle tanışmıştı. Cumhuriyet

etkilerini yansıtan bir ailesi gözdeydi. Bu gerçeği iyi fark ettim. Kürtlük duygusu o sıralarda bir bilinçaltı

durumundaydı. Önümde yükselmem konusunda en temel engeli teşkil edeceğini fark etmiştim. „Kuyruklu

Kürt‟ sözlerini duyar gibiydim. Şovenizmin rahatsız edici sözleri yavaş yavaş kulağıma geliyordu. Bu engeli,

öğretmenlerimin ve Cibin halkının gözdesi olarak başarıyla aştığımı belirtmeliyim. Tüm engellemelere

rağmen, daha o yaşlarda Türkçe konuşan köylerle kurduğum örnek ilişkiler kardeşliğin en iyi

örneklerindendir. Bu köyler halen ağırlıklı olarak dost kalmışlardır. Bunlar faşist şovenliğe düşmediler. Hatta

Kürt köylerinden daha ilgili bir yaklaşımları söz konusu olmuştur.

Köy toplumunda ve ilkokul döneminde, 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi üzerimde iz bırakmıştır. İlk ciddi

siyasal ilgim bu olay dolayısıyla gelişti. Temel güç kaynağının ordu olduğunu fark ettim. Menderes‟in idam

edilişini karamsarlıkla karşıladım. Ama 27 Mayıs‟a tepkim de yoktu. O dönem ilkokul arkadaşım Aziz‟e halen

hatırladığım büyük dardağan ağacının üstünde şöyle bir öneride bulunduğumu hatırlıyorum: “Sen kara

kuvvetleri komutanlığını oyna, ben de hava kuvvetlerini; bu yolla daha iyisini gerçekleştirmeye çalışalım.”

Yaklaşımın bu özelliği, devrimci özellik olarak daha sonraki gelişmemde hep etkili olacaktır. Güç ve değişim

birer tutku etkeni olarak yakamı bırakmıyordu.

Köyde kaldığım müddetçe iyi bir tarımcı ve hayvanları dost gibi gören bir yaklaşımın sahibiydim. Ekim işlerini

ve biçmeyi bir ibadet gibi karşılardım. Hayvanlara bakmak bir zevk işiydi. Onların iyi otluk alanlarda

beslenmesi bana mutluluk verirdi. Ağaç bakımını tutkuyla yapardım. Bağların yeşermesi ve bozumu benim

için başlı başına bir kutsallık taşırdı. Gıdalar, üzüm ve ağaç ürünleri kutsal nimetten sayılırdı. Ekmeğin artığını

hiç atmamak gerekirdi, hele buğday ekmeğini yemek bir ayrıcalıktı. Açık ki, neolitik kültürün derin etkisini

yaşıyordum.

Anamın üzerimdeki sahiplik iddiasını tepkiyle karşılardım. Kendi kendimin sahibi olmak benim için bir

hedefti. Anayla bu yüzden çelişkiler yoğundu. Babanın iddiaları daha sınırlıydı. Kardeşlerle iyi iş yapma

konusunda çelişkiliydim. Çatışmamız olurdu. Aile ataerkil olmaktan uzaktı. Anamın büyük dik başlılığı kesin

bir denge kurmuştu. Bu denge özgür yetişmemde uygun koşul yaratacaktı. Ana-baba otoritesinin ailede

kilitlenmesi bir boşluk yaratıyordu. Bu boşluktan yararlanmam, özgürlük yürüyüşümün ilk fırsatı olarak

görülebilir. Dayılarımı bir güç kaynağı olarak gördüm. Köy otoritesine sarsıcı etkide bulunmalarıyla köy

koşullarına kafa tutmamda etkili olmuşlardır. Dayı edebiyatının boş olmadığı anlaşılmıştı.

Köyden ve aileden ilk ciddi kopuş bir aile içi isyanla başladı. Daha sonra duyduğum kadarıyla yazar Ahmet

Kahraman romanlaştırmak istediği bu isyana „İlk İsyan‟ adını vermişti. Olay bir dönemin sonunu belirlemesi

açısından hatırlanmaya değerdir. Bağda geliştirdiğim ve emeğe dayalı düzene karşı küçüğüm Mehmet rasgele

girip bozuyordu. Onu taşlarla kovaladım. Saylaklar üzerinde bulgur kaynayan yere kadar kovalamayı

sürdürdüm. Buna babam karşılık verince, onunla da köy ortasında şiddetli bir taşlı kavgaya giriştim. Bu

kavgadan artık evde yerimin kalmadığı anlamını çıkarmıştım; artık köyde de kalacak yüzüm kalmamıştı.

Babamla böyle kavgaya girişmem büyük bir alay konusuydu. Aynı gün gizlice eve gittim. Babamın çok özenle

sakladığı çıkınını buldum. Dönemin küçümsenmeyecek parası olarak 10 lirayı alıp hızla ve tek başıma, öfkeli

ve gözyaşları içinde lanetleyerek köyden ayrıldım. En son küçük bir alıç ağacı altından köye baktığımda,

yağmur gibi gözyaşları dökerek ve hayıflanarak, bir daha sana dönmeyeceğim dercesine arkamı

döndüğümde, aslında binlerce yıllık bir kültürden ciddi olarak koptuğumu ve yeni bir arayış içine girdiğimi

daha sonra anlayacaktım.

Bu son yürüyüşüm ilginçti. Komşu köy Aram‟ı geçtiğimde, hiçbir küskünlük izi bırakmadan geçmeyi

başarmıştım. İkinci köy Karamezra‟ya vardığımda, yine çok olgun bir biçimde Halfeti‟den gelecek posta

arabasını bekledim. Binerken de olgundum. Birecik‟ten başarıyla geçip, Menderes döneminin ciddi

eserlerinden olan ve yeni açılan Birecik köprüsüne varmam da aynı tempoda olmuştu. Hedef Nizip‟teki

bacım Havva‟nın yanına gitmekti. Ulaştım. İkinci gün birkaç akrabayla Barak Ovasında buğday yolmasına

ben de çıktım. Sıcak ayranla talim yaparak ve ellerim şişinceye kadar yolma işine iki gün dayanabildim. Daha

doğrusu iş o kadardı. 10 lira kazanmıştım. Bu, kendimi ispatlamamın önemli bir adımı oluyordu. Artık köysüz

ve ailesiz yaşayabilecektim.

Hatırlanmaya değer diğer bir olgu, köylülerin bana karşı yaklaşımlarıydı. Ortak eğilim şuydu: “Allah kimsenin

çocuğunu Ömer‟in oğlu gibi yapmasın. Dînê Çolê (dağ delisi) olmuş. Artık hayır gelmez” biçiminde bir kanı

oluşmuştu. Daha sonra da onların rüyalarından geçiremeyecekleri olağanüstü okul başarılarımı kendilerini

utandırırcasına sergileyecektim. Bu bir cevap tarzıydı.

Diğer önemli bir anı, Mıho ve Cumo adlı yaramaz çocukların şerrine karşı yaptığım son çıkışlardı. Mıho hep

kavga isterdi. Bir gün bir evin köşesinde eteklerim taş dolu olarak hiç fırsat bulamayacak bir biçimde onu taş

yağmuruyla karşıladım. Evinin ahırına kadar kaçtı. Bir daha benimle kavgaya yeltenmedi. Cumo‟yu ise belli

bir izlemeden sonra üst yamaçtan, eteklerim yine taş dolu olarak bastırdım. O da evin ahırına kadar kaçtı.

Ailesi zor elimden kurtardı. Dersini iyice aldığından, tehlikeli olmaktan çıkmıştı. Bunun üzerine anamın bana

çok iyi sahip çıktığını ve övdüğünü hatırlarım. Karşı koyma anlayışımın gelişiminde, babamın çaresizliğiyle

anamın sınır tanımaz hak bildiği yoldaki isyancılığı etkili olmuştur. Anamın bana karşı izlenimleri, daha sonra

duyduğum kadarıyla olumlu ve olguncaydı. Sanırım Urfa Tugay Komutanının sorusu üzerine, “Dizimin

dibinde tutmak için çok çaba harcadım, ama başaramadım” demesi doğruyu ifade ediyordu. Tarzımın beni

yalnız bırakacağını ilk fark eden ve söyleyen oydu. Sözü şöyleydi: “Herkes senden yararlanacak, ama senin

gibi seninle çalışmayacak.” Dediği olduğu gibi çıkacaktı. Ayrıca benim hakkımdaki son değerlendirmesi, “O

benim için bir taneydi, yeri ve kendisi bambaşkaydı” biçiminde olmuştur. Öldüğünde son sözleri “Sürekli dua

edin, herkese hayır (bağış) yapın” olmuştur. Daha sonra ana ve kadın değerlendirmemdeki rolünü

değerlendirdiğimde, basite almamak ve hakkını vermek gereğini duydum. Kadınlara ilişkin şu değerlendirmesi

de hayli arifçeydi: “Bu kafa ve kişilikle zor kadın (evlilik anlamında) bulursun.” Öfkeden başka bir özelliği yok

dediğim anamın aklını kabul etmeliydim. Körleştiren tarih yüzünden birbirimize yabancılaşmıştık. Ama dönüp

geriye baktığımda, onun ana tanrıça kültürünün soylu bir sesi olduğunu ve bu sesi bana ulaştırdığını büyük bir

minnetle anacak ve kabul edecektim. İsyan ettiğim anam değil, kadını, anayı hiçleştiren erkek egemen

toplumun zalim, yabancılaştıran, ikiyüzlü düzeniydi. Anamın iyi oğlu olduğumu, birbirimizle kutlamasak da,

kanıtlamıştım.

Burjuva Toplumu ve Cumhuriyetle Tanışma, Kuşkular ve Devrimci Tavır

1963‟te ortaokula Nizip‟te başlamam, yaşamımın ikinci dönemini başlatır. Aynı zamanda büyük bacım

Gülsüm ve anneannem Havva‟nın yanında, akrabalık ilişkilerinin son zayıf imkânları üzerinde yürümeye

çalışacaktım. Nizip, dayı ve teyzelerimin barındığı yerdi; bölgenin en hızlı gelişen şehriydi. Kargamış‟ın köleci

Sümerler için anlamı ne idiyse, ona yakın bir yerde kurulmuş olan Nizib‟in de Cumhuriyet koşullarındaki rolü

aynıydı. Kapitalizmin taze bir kolonisi gelişiyordu. Ama geçmişin inkârı üzerinde yanı başındaki tarihsel

Kargamış ve Belkıs-Zeugma harabelerini ancak bir antika avcısı olan dayım Mustafa‟nın şafak vaktinde gidip

getirdiği şişe ve heykelciklerden anlayacaktım. Okulda özle bütünleşme yeteneğimin pek olmadığını

hissetmekle birlikte, şeklen en önde olmayı başaran bir çizgide yürüyebilecektim. Anneannem Havva‟nın sert

ve ekmekleri dilediğim kadar yiyemeyeceğimi hissettiren tavrı kendini gösteriyordu. Karşılıklar dünyasıyla yüz

yüze geldiğimi anlıyordum.

Öğretmenlerin gözde ve çalışkan öğrencisiydim. Dikkatlerini çekmiş, güvenlerini kazanmıştım; peş peşe iyi

notlarını alıyordum. Ama feodal özelliklerin kalıntıları ve teşne olamayacağımı fark ettiğim burjuva yaşam

özelliklerinin zayıflıkları, fazla umutlu olmamı engelliyordu. Ortaokuldan sonra öğretmen okulunu değil liseyi

tercih ediyordum. Paralı olmasına güç getirmek zordu. Parasız lise veya meslek okulu önümde duran

seçeneklerdi. Fakat asıl tutkum askeri liseydi. Yaşımın tutmaması belki de en büyük hayal kırıklığına

uğramama yol açtı. Bu olay toplumu güçle dönüştürme hayalime sanki büyük bir darbe olmuştu. Dini ve

askeri alanda gelişemeyeceğim anlaşılınca, siyasal alanı hedef belleyecektim. Bu amaçla kazandığım Tapu

Kadastro Meslek Lisesi bir geçiş aşaması olacaktı. Bu okul Ankara‟nın merkezindeydi. 19661969‟da okudum.

Sınıfları başarıyla geçtim. Lise ikinci sınıfına kadar dinsel ideoloji ağır basıyordu. Namaz gruplarımı lisede de

oluşturmaya devam ettim. Ülkü Ocakları ve Komünizmle Mücadele Derneklerine gittim. Süleyman

Demirel‟in de geldiği bazı konferansları burada dinledim. İdeolojik yönden en çekici etkiyi Necip Fazıl

Kısakürek‟in konferansında hissettim. Bir gece yarısına kadar konferansını dinlemem riskliydi. Burjuva

toplumuna tepkime duygusal bir yanıt veriyor; başka yolların mevcudiyetine işaret ediyordu.

Bu dönemin en etkileyici hocalarımdan birisi edebiyat öğretmeniydi. Harp Okulunun da edebiyat hocası olan

Binbaşı Faruk Çağlayan bana olağanüstü bir ilgi gösteriyordu. Kompozisyon yazılarımı cebinde taşıyıp örnek

göstererek öğretmenlerle tartıştırıyor, sınıf öğrencilerine de bana değer vermelerini önerecek kadar güven

veriyordu. Beni özel doktoruna götürdü. İlgisi kendime güvenimin gelişmesinde bir kilometre taşıydı.

Sola ilgim son sınıfta gelişti. Bunun ilginç bir öyküsü vardır. Sağcılık-solculuk bir moda gibi ortalığı kaplarken,

ben temkinliydim. Anlamadan karar veremeyecek kadar sınırlı bir bilince ulaşmıştım. Bir gün yatağımın

ucunda bulduğum Sosyalizmin Alfabesi kitabını okuyup bitirince, adeta şöyle mırıldandığımı hatırlıyorum:

“Muhammed kaybetti, Marx kazandı.” Bilgilerim her iki konuda da sınırlıydı. Dogmatizmi aşacak güçte

değildim. Ama yine de köklü bir yol ayrımına 1968‟lerde girdiğimi belirtebilirim. Solun ayak seslerine 1969‟da

ölen Yargıtay Başkanı İmran Öktem‟in cenaze törenine katılmakla yanıt verecektim. Artık pratikte de solcu

sayılabilirdim. Bütün bu olağanüstü gelişmeler bir iki yıl içinde oluyordu. Beynim tam bir kuşkuculuk

merkezine dönüşmüştü. Sağa veya sola sempatizanlık beni tatmin etmiyordu. İdeolojik açlık içindeydim.

Sloganlarla hareket edecek biri değildim.

Anlayışta ikna olmadan yaşamam her geçen gün zorlaşıyordu. Kuşkuculuk had safhaya varmıştı. Her şeyden

şüpheleniyordum. Sınırlı felsefi bilgiler şüpheyi daha da arttırıyordu. Sıradan solcu bir militan olamazdım.

Militan bir sağcı olamadığım gibi, bu hava içinde 1970‟te Diyarbakır‟da Kadastro ve Tapulama Teknisyeni

olarak göreve başladım. İlk defa bol para kazanıyordum.

Solcu tartışmalara Kürtçülük de katılmıştı. Diyarbakır tümüyle Kürt olan bir şehirdi. Dolayısıyla ulusal sorunun

ciddiyetini daha çok dayatıyordu. Orada amacım lise fark derslerini verip üniversiteye gitmekti. Bunu

başardım. Aynı zamanda Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi diplomasını aldım. Üniversite için yetecek parayı

biriktirdim. O yıl üniversite giriş sınavında İstanbul Hukuk Fakültesini kazandım. Tayinimi İstanbul Bakırköy‟e

aldım. 1970‟in sonuyla 1971‟i İstanbul‟da geçirdim. DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları)‟nun hızlı bir üyesi

oldum. Feodal kökenli önderlik gelişmeyi köstekliyordu. Bu önderliğe eleştirel yaklaştım. Buna rağmen ciddi

bir adımdı. İleri gelen bir üyeliğe hızla tırmanırken, 12 Mart 1971 darbesi oldu. Bu darbe biraz daha geç

gelseydi, beni de götürebilirdi. Dolayısıyla sıyırdı geçti.

Musa Anter ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetleri İstanbul‟da tanıdım. Musa Anter DDKO‟nun ruhu gibiydi.

Tecrübelerini aktarıyordu. “Oyuna gelmeyin” diyordu. Hikmet Kıvılcımlı‟dan bizzat “Mezopotamya‟nın

çocukları, mücadelenizde başarılar dilerim” sözünü duymuştum. Fakat bende en köklü tercihe yol açan şey,

yılın son günlerinde, illegaliteye çekilmesine çok az kala, Mahir Çayan‟ın İTÜ‟de kürsüye tek başına çıkıp

(eleştirdiklerim çoğunlukta olmasına rağmen), gür ve oldukça inanç, kararlılık ve bilinç arz eden sesiyle

“Revizyonizm bir gerçektir, karşı çıkılmalıdır. Kürt sorunu örtbas edilemez, kabul edilmelidir. Oportünizm

tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesilmelidir” anlamındaki konuşması, sol sempatizanlığımı derinleştiriyordu.

1971-1972 öğretim yılında yirmincilikle kazandığım Siyasal Bilgiler Fakültesine burslu olarak kayıt oldum.

Artık amacıma kavuşmuştum. Siyaseti SBF‟nde öğrenecektim. Önde gelen sol militan olmam zor değildi. 12

Mart darbesiyle önde gelen militanlar tasfiye edilmeye ve tutuklanmaya uğrayınca, önümüz bomboş

duruyordu. Sınırlı bilinç ve tecrübe ile Ankara‟da daha önce geçirdiğim üç yıl, hızla sivrilmeme katkıda

bulunacaktı. Doğal olarak THKPC sempatizanı gibi hareket edecektim. Fakültede onların ağırlığı hakimdi.

Uzun süre gerçek THKPC‟lileri bekledim. Umduğum çıkışları görmeyince, yavaş yavaş kendi yolumun

üzerinde yoğunlaşıyordum. Kürt ulusal sorununa dayalı hazırlıklara başlamıştım. Türk solu ile birlikte

yürümek, şoven yaklaşımlardan dolayı zorlaşıyordu.

Mahir Çayan ve arkadaşlarının şahadeti ve ilk boykotu bu vesileyle gerçekleştirmemiz, yedi aylık bir

tutuklanmaya yol açtı. Şahit eksikliğinden 15 yıl yemekten kurtulmuştum. Deniz Gezmiş ve iki yoldaşının

idamı gerçekleşmişti. İbrahim Kaypakkaya işkenceyle öldürülmüştü. Sol oldukça ezilmişti. 1972 sonlarında

Mamak Cezaevinden çıktığımda, kendimi tümüyle bağımsız grup çıkışına hazırlayacaktım. Kürt sorununun

çözümüne dayalı ilk grup toplantısını altı kişiyle 1973 Nisan‟ında Ankara‟da Çubuk Barajında

gerçekleştirecektim. Kürdistan‟da sömürgecilik tezlerini esas alıyordum. Bu özgün bir çıkıştı. İlk yıl bir

düzineye yakın üniversiteli kazandırdık. Haki Karer, Kemal Pir ve Duran Kalkan da Türk kökenli olarak

aramıza katılmışlardı. 1974-1975 yıllarında ADYÖD (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği)

Başkanlığını yürütmem grubun gelişim şansını arttırıyordu. 1976‟da Türk soluyla daha köklü kopuşmamızla

Kürdistan‟a açılma kararına varacaktık. 1976 Dikmen Toplantısıyla ilk defa Haki Karer Ağrı‟ya, Mazlum

Doğan Batman‟a doğru yola çıkacaklardı. Düzenle köprüleri atıyorduk. Daha o zaman Apocular olarak

adlandırılacaktık.

1977 Antep‟te Haki Karer‟in katledilmesi komplosuna yanıt olarak Program hazırlığı, Kesire Yıldırım ile

tehlikeli, duygusal ve maceralı birlik, Diyarbakır‟a sona gidiş amaçlı bir yöneliş, Fis Köyünde 23 kişilik toplantı

ve parti olarak hareket etmeye karar veriş bir dönemin sonunu noktalıyordu. Türkiye 12 Eylül Darbesine

doğru giderken, ya dışarıya çıkış ya da taş çatlasa birkaç aylık veya yıllık dağ direnişiyle onuru kurtarmak

seçenekler olarak ortaya çıkıyordu. Şahin Dönmez ve Yıldırım Merkit‟in yakalanıp çözülüşüyle Kesire‟nin

talepleri, 2 Temmuz 1979‟da Ortadoğu‟ya hicreti kesinleştirdi. Bir kez daha Hz. İbrahim‟in yolundan

gidiliyor; Urfa‟dan, Urfalı olarak, aynı kutsal amaçlar ve adalet peşinde, eşitlik ve özgürlük için başka bir

kutsal diyara yol alınıyordu.

1960-1980 arası Cumhuriyet Türkiye‟si üzerinde çeşitli yorumlar yapılabilir. Türkiye toplumunun kapitalizm

tarafından sarsıldığı, klasik devlet ve toplumun dar kalıplarına sığmadığı belirtilebilir. Derin bir demokratik

arayışın gündeme girdiği de doğrudur. 27 Mayıs Anayasası sorunların özgürce tartışma imkânını vermişti.

Fakat soğuk savaşın hüküm sürdüğü bir dünyada en kritik yerdeki bir ülkede iç dinamikler kendi başına sonuç

verecek güçte değillerdi. Cumhuriyetin hızlanan oligarşik dönüşümünü halk lehine demokratikleştirmek ancak

güçlü bir halk devrimiyle mümkündü. Dış dengeler ise bu tür devrime imkân vermiyordu. Gençliğin halk

adına yürekli hareketi statükonun duvarlarını parçalayacak güçten yoksundu. Dünyadaki gençlik hareketleri

kısa soluklu olmuştu. Reel sosyalizmdeki tutuculuk aşılmadıkça, demokratik çıkışların şansı fazla yoktu. Bu

dönemde Türkiye‟de en kapsamlı bir halk devrimi de olsa, dünya emperyalizminin yardımıyla bastırılması zor

olmayacaktı. Nitekim 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 rejimleri emperyalizmin yardımıyla rahatlıkla

oturtulmuştu. Bu darbeler ortada ağır sorunları olan bir ülke görünümü bırakmışlardı. Devrimci mücadele

başarılı olamadı. Ama darbeler, oligarşik hükümet ve meclisler de Türkiye‟yi giderek daha da ağırlaşacak

sorunlardan kurtaracak yetenekte olmadıklarını fazlasıyla kanıtlamışlardı.

Ulusal ve toplumsal bir kişilik olarak hiç de hazır olmadığım bir kaos içine girmiştim. 1960-1980 Türkiye‟sinin

ne burjuva tarzı gelişmesine, ne de oldukça maceralı, önderlerden yoksun, çizgisi ve pratiği net olmayan

devrimci gelişmesine kimliğim, öz bilinç ve irademle katılabilecek durumdaydım. Bir bütün olarak

Cumhuriyet kurumlarını özümseme yeteneğini gösteremiyordum. Sanki ölçüler çok farklıydı. Aldığım eğitim

ezbere dayanıyor, sadece memuriyeti kurtarmayı amaçlıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Kürt kimliğini inkâr

etmekle aslında kendini özümsetme şansını da yitirmişti. Yok, saydığınız bir olguya ne diyebilirsiniz veya tek

taraflı iradeyle testereyle yontar gibi “Ben seni şöyle doğrayıp şekillendireceğim” derseniz, ne tür sonuçlarla

karşılaşırsınız? Karşınızdaki ağaç değil, insandır. Bu anlayış ancak MÖ 3000‟lerde yeni doğan Sümer ve Mısır

rahip devlet düzenleri için geçerlidir. Onlar da tebaalarını mutlak ilahi iradenin bir gereği olarak, tek taraflı ve

ancak sürüngenler arasında geçerli bir anlayışla yönetirlerdi. İnkâra dayalı resmi ideolojinin adı cumhuriyet de

olsa, bundan daha farklı bir anlam içermesi mümkün değildi. Batı uygarlığı tarzı bir sömürgeci asimilasyon

biçiminde gelişseydi, belki bir anlamı olabilirdi. Kaldı ki, Sümer ve Mısır rahip düzenlerinde dil yasakları akla

bile gelmezdi. Türkiye yönetiminde iş bu zırvalığa kadar vardırılmıştı.

Problemli olan doğuş, kaostan da beter bir inkâr düzeni karşısında tabii ki bocalayacak, kuşku ve endişelere

düşecekti. Eğer azıcık onurlu bir insan özelliği varsa, olup bitenler karşısında sorgulamalar yapacak, neden

inkâr edilmek istendiğinin anlamını çözmeye çalışacaktı. Bu ise, karşıdaki resmi toplum ve devletin

sorgulanması anlamına gelecekti. Geleneksel isyancı özellikler aşırı bir dogmatizme yatkın olacaktı. Kabul

edeceği her ideolojik çıkışın imanlı bir müridi haline gelmek artık işten bile değildi. Oligarşik cumhuriyetin

devrimci gençlik ve Kürt kimliğiyle gelişen çatışması dönemin temel özelliğiydi.

Bunun sonucu ise, faşizmin yapılanmasıdır. Cumhuriyetin önünde 27 Mayıs Anayasasıyla bir demokratikleşme

olanağı belirmişti. Fakat objektif koşulların yeterince olgunlaşmayışı, daha da önemlisi bilinç ve irade gücü

olarak cevap olabilecek bir halk iradesinin beliremeyişi, bu olanağın çarçur edilmesine yol açtı. Halkın

uyanma tehlikesini sezen oligarşi, tarihsel tecrübesine ve Batılı müttefiklerine dayanarak, eskisinden daha sert

bir yapılanmayı gerçekleştirmekte zorlanmayacaktı. Artık sistem bol kurban yiyerek besleniyordu. Devrimci

grupların eylemleri ve şahadetler, oligarşinin yetkinleşmesine ve yiyiciliğine gerekçe yaratıyordu. Devrimci

yetersizlik, karşıdevrimin yeterliliği anlamına geliyordu.

Bu gerçeklik karşısında oligarşik cumhuriyetle uzlaşma aramak mümkün olamazdı. Çünkü tümüyle gerici ve

inkârcıydı ve kan içiciliğe dayanıyordu. Buna yanıt tek kelimeyle zora karşı zor tercihi olabilirdi. Başka tür bir

yanıt imkânı yoktu. Ya tamamen teslimiyet, ya da direniş tek yol olarak karşıya dikiliyordu. Türkiye solu

giderek dağılan yapısıyla başarılı bir yanıt vermekten uzaktı. Saptırılmış sağ-sol çatışmasıyla faşizm

kurumlaşıyordu. Sol ne kadar kahramanca dirense de, çağdaş bir Bedreddincilikten, Pir Sultan Abdalcılıktan

öteye gidemeyecekti. Nitekim Deniz, Mahir, İbrahim gibi önder devrimcilerin akıbeti bu anlama gelecekti.

1980‟lere doğru devrimci şiddet aşırı bir tekrardı. 1970‟lerin daha gelişmiş bir sonucunu yaratmaktan öteye

gidemeyecekti. Dönemden oligarşik cumhuriyet zaferle çıkacaktı. Sol ise kendini çürümeye terk edecekti.

Düzenden bulabildiği kadar yaşam olanakları arayacaktı.

Kişi olarak giderek derinleşecek bir yalnızlıkla karşılaşmam kaçınılmazdı. Kesire maceracılığı işin tuzu biberi

olacaktı. Becerebildiğim şey, tüm çağdaş ulusal demokratik tecrübeyle Türkiye Solunun birikimlerinden Kürt

kimliğinin nasıl yararlanabileceğini araştırmak ve bir umut imkânı yaratmaktı. O kadar devrimcinin anısına ve

çabalara verilecek en anlamlı karşılık bu olacaktı. Aslında Kürdistan adına ideoloji, siyaset ve örgüt çizgisi

yaratmak, stratejik bir ayrılığı değil, özgürce birliğin taktik bir aracı olarak düşünülüyordu. Birleşmek için

ayrışmak ihtiyacı netti. Hiçbir çağdaş temeli olmayan, ilke ve kural tanımayan, Osmanlı‟dan bile çok daha

geri zoraki bir birliğin hiçbir anlamı yoktu. Cumhuriyet kendini inkârcı bir milliyetçi dogmaya mahkûm

etmişti. Bununla ne sağlıklı bir halklaşma, ne de uluslaşma mümkündü. Faşizm de en çok milliyetçiliğin bu

şoven tarzı üzerinde yükseliyordu. Atatürk milliyetçiliğini kullanabilecek koşulları yakalamışlardı. Atatürk

milliyetçiliği de inkâr ediliyordu. Dolayısıyla cumhuriyetin başlangıçtaki çağdaş iddia ve birikimleri gericiliğin

hizmetine koşuluyordu. Bu bir oligarşik komploydu ve iyi tutmuştu. Kürt feodal ve kompradorları da oligarşi

içindeki yerlerini daha da sağlamlaştırmışlardı.

Bu gerçekler karşısında Cumhuriyeti özde değil, biçimde tümüyle hedeflemek kaçınılmazdı. 1980‟lere doğru

kişi ve PKK olarak şekillenirken, karşımdaki Cumhuriyet olgusu belirleyici etkendi. Kürt kimliğini kabul etmek

bir yana, mezara gömmenin her türlü yol ve yöntemi gündemdeydi. Döneme göre oluşmuş sınıf ve kültürel

kimlik bilincimle yapabileceğim tek anlamlı çalışma, hiç olmazsa Kürt potansiyelinden bir şeyler ortaya

çıkarabilmekti. Türkiye devrimcilerinin anısına ve özellikle grubumuzun değerli şehidi Haki Karer‟e

bağlılığımızı da ancak böyle kanıtlayabilecektik. Durum hiç yol açılmamış vahşi bir ormanda yürümeye

benziyordu. Tarihin bu tür anlarında hep benzer çıkışlar yapılır. Öyle fazla hazırlığı ve stratejisi yoktur.

Meçhule bir adım atacaksınız. Yeni olan ancak böyle doğacaktır. Hz. Muhammed‟in Mekke çıkışıyla Hz.

İsa‟nın Kudüs yürüyüşü özünde aynı anlama sahiptir. Ya dönemin cehalet ve inkârcılığına teslim olacaksınız,

ya da üzerine üzerine yürüyeceksiniz. Başka türlü tarihsel gelişme olmaz.

Dolayısıyla bütün maddi koşullar aleyhte olmasına rağmen, PKK çıkışını düşünmek ve buna cesaret etmek,

nasıl saptırılırsa saptırılsın, özünde ve ağır basan yanı demokratik cumhuriyet hedefidir. Özgür ve bağımsız bir

Kürdistan hedefinin bile ancak demokratik bir cumhuriyetle mümkün olabileceği gerçek stratejik anlayıştı.

Oligarşik güçlerin gerici birlik anlayışlarına ve oligarşik cumhuriyetine karşılık, demokratik güçlerin özgür

birlik ve demokratik cumhuriyet anlayışının tarihsel çıkışımızın ifadesi olduğu giderek hayat tarafından da

doğrulanacaktır.

1920‟lerin Türk öncülüklü ulusal kurtuluşu Kürt öncülüklü bir demokratik kurtuluşla tamamlanmak

isteniyordu. İkisi arasındaki diyalektik birlik, tarihsel gelişmenin de uzantısı ve çağdaş bir ifadesiydi. Hem ilkel

Kürt milliyetçiliğine, hem de şoven Türk milliyetçiliğine ilkeli tavır alış bu gerçeklikle derinden bağlantılıdır.

Bu dönem kişiliğimi, tarihsel yanlışlıkların yazılmasına fırsat vermeyen, buna karşılık birkaç genel doğrunun

yazılmasına imkân veren bir kalıba, deftere benzetirim. Kendimi yaşamaya hiç cesaretim yoktu. 20. yüzyıla

karşı yabancılığım hep sürdü. Güncele tümüyle gömülmemem, tarihsel boyut kazanmamın bir nedenidir. Bu

dönemi Kürt halkı adına kuluçkaya yatma dönemi olarak nitelemek de yanlış olmaz. Kendimi halkla birlikte

yaratmak sadece bir bilinç ve felsefi sorun değil, aynı zamanda ahlâki bir nitelikti. Halkın temel

gerçeklerinden kopuk yaşamak bana bir düşkünlük, onursuzluk ve ahlâksızlık gibi geliyordu. Beynimdeki tanrı

kuşkuculuğu yerini ulusal sorun, örgütlenme ve politika konularında kuşkulara bırakmıştı. Zihnimi tatmin

etmek açısından bu maddi olgular daha uygunluk arz ediyordu. Metafizik yerine diyalektik yöntem daha çok

çekici geliyordu. Cumhuriyet ve burjuva toplumunun şoven karakteri karşısında Kürt kimliğini

somutlaştırmam elbette önemli bir adımdır. Bu, Cumhuriyet açısından da bir kazanımdır. Demokratikleşme

tüm ölçütleriyle yaşam bulduğunda, bu rolümün anlaşılacağından hiç kuşku duymadım.

En önemli kusurumun dogmatizmle gerçekliği karıştırmak olduğunu geç fark ettim. Fakat bu olgu halen Doğu

toplumlarında ileri düzeyde yaşanan bir gerçekliktir. Din dogmatizminin yerine reel sosyalizmin

dogmatizminin geçmesi şaşırtıcı olamaz. Dogmatizm, toplumun tüm sağ, sol, kimlik ve kültürel anlayışlarında

aşılması gereken en temel bir hastalık olarak durmaktadır.

Savaşla Kendini Yaratmak: Ama Nereye Kadar?

Anadolu ve Mezopotamya topraklarından Ortadoğu‟nun kutsal diyarlarına doğru devrimci çıkış, tarihsel

örnekleri çağrıştırmaktadır. Gerçekleştirilen, bir etnik grup veya kavimsel çıkış değildir; çağın devrimci

ideolojisi olduğuna inanılan bir yüklenimle kendini yeniden yaşamsallaştırma deneyimidir. Köleliğin her

biçimi reddediliyor, özgürlüğe alabildiğine kulaç atılıyordu. En zor koşullarda ve devrimci zorun ebeliğiyle

yeniden doğuş için seçilen alan, dünyanın en uygun yerlerinin başında gelmektedir. Tarihte mayalanan ve

oradan dünyaya yayılan inanç tohumları gibi bir çekirdek olmanın misyonu tüm kişiliği kapsamış

bulunmaktadır. Ulusal, sınıfsal, kültürel, ideolojik ve siyasal özellikler başta olmak üzere, tarihsel ve çağcıl

özelliklerin en başta gelenleri hamur gibi bir arada yoğrulmakta, bir ana hücre haline getirilmekte ve güçlü

özgür ifadeyle yeniden doğuş için her tür çaba bir rahip-mümin kutsallığıyla yerine getirilmektedir. Sanki Hz.

İbrahim‟in yol arkadaşıymışım gibi çatır çatır yol açmaya çalışıyorum. Hz. Musa gibi, yola gelmemekte inat

eden lanetli kavmi ikna etmek için, zihnin gücünü sonuna kadar açıyorum. Aziz Paul gibi her tarafa inanç

temsilcileri yolluyorum. İnsanlık vicdanını elden bırakmamak için, peygamber tarzına yaklaştıkça

yaklaşıyorum. Kuşkulu olduğum 20. yüzyıl gerçeklerine yenik düşmeyecektim. İnsanlık ruhunu ona teslim

etmeyecektim. İsyan köklüydü, tarihsel örneklere yaraşır cinsteydi. Dar bir ulusallığın çok ötesinde, insanlık

adına bir umut olmanın sorumluluğu da elden bırakılmıyordu. Özce reel dünyaya inanılmıyor ve teslim

olunmuyordu. Gerçeğe, adalete ve güzelliğe dayanması gereken yeni ütopyanın peşinde hiç yılmadan

koşuluyordu. Çağın materyalist güçleri ne kadar ezici de olsa, yeni Ortadoğu ütopyacılarını yaratmak,

hepsine inat bir gerçek oluyordu.

Ortadoğu yaşamında halkımız ve dostlar için sadece ayakları yere basan bir özgürlük ütopyası yaratmakla

yetinmedik. Bu ütopyanın dayanması gereken tarihsel temel kadar, güncelin başarılabilir özgürlük

olanaklarını da sunduk. Başka halkların yüzlerce, binlerce yıl oluşturdukları ütopyalarını, biz halkımız için

kimsenin pek tenezzül etmediği geçmişin kırık dökük parçalarından ve geleceğin çok zayıf umutlarından 20-

30 yıllık bir ömür içinde sonuna kadar güvenilen, inanılan ve başarılabilen gerçeklikte yarattık. Bu ütopyanın

ekmek, su ve hava kadar gerekli olduğu bilinerek halkımızın, dostların ve yoldaşların kendilerine mal

etmeleri, özgür yaşamın sonsuz yolunda yürümeleri demektir.

Doğru Tanımlanmak İsteyen Bir Kimlik

Özet olarak bireysel ve örgütsel yaşamımı üç döneme ayırmak mümkündür.

Birinci dönem; anamla kendi toplumsallığımı kendim kurabilmeliyim iddiasıyla başlayıp, önce aileye ve köye

karşı gösterilen tepkiden sonra ilkokula gitmeyle başlamıştır. İlkokula başlamak devletleşmeye ilginin ilk ciddi

adımıdır. Kişilik komünal toplumdan devletçi topluma doğru bir dönüşümün adımını atar. Şehirleşmeyle

birlikte yürür. Şehir değerleri kırsal komünal değerlere göre üstün sayılır. Orta, lise, memurluk ve üniversite

son sınıfına kadar okumak devlet adamlığı için ön hazırlıktır. Herkeste bu yaşlarda kati bir şekilde şehirdevlet

kişiliği hakim olur. Geri bırakılmışlık ve ezilen milliyet konumu devlete tepkiye dönüşür. Sol sempatizanlık

aslında adil, eşitçi ve daha kalkınmacı devlet arayışından başka bir anlama gelmez. Kişilik bu dönemde ezici

biçimde geleneksel toplumun bağlarından kopartılmıştır. Anacıl komünal, kırsal ve soy toplumu büyük

oranda inkâra uğramış, bunun yerine kendinde geçmişini inkâr eden, küçük gören, devlet ve şehir

büyüklüğüne tapınan, gözü kara resmi düzene koşan oldukça marjinal bir kişilik oluşmuştur. Oldukça trajik

bir kişilik katliamı yaşanmıştır.

Eski toplumu, ana babasını, kardeşlerini, komşularını, köyünü, akrabalarını, yaşlıları, çocukları, kadınları,

soyunu, sınıfını hor gören bu yeni „ne oldum delisi‟ kişilik tüm az gelişmiş ülkelerde bir afet halini almıştır.

İçerikten yoksun bir modernizmle insanın temel toplumsal değerlerine karşı derin bir yabancılaşmayı yaşar.

Kapitalist sistemin ezici üstünlüğü altında gelişen bu kişilik sahte bir tepki ile solculuk yaptığında bile

marjinaldir. Toplumdan kopukluğu derinleşerek devam etmektedir. Okul, şehirde işçilik ve devlet memuriyeti

bu kişiliği tarihten ve gelenekten koparıp „teneke‟ bir kişilik haline getirmiştir. Duyarsız, inkârcı, maaşa

bağlanmış, şehir fahişeliğine takılmış bu kişilikten kaynaklı her şey kapitalizmin ve ona engel toplumun

değerleri karşısında iflas etmek durumundadır. Reel sosyalizm, sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluşun gerçek

bir toplumsal dönüşümü sağlamlayamaması bu kişilikle yakından bağlantılıdır. Çağımızın her tür sapmacı,

faşist totaliter ideoloji ve pratiklerinin sosyal temeli bu kişilik oluşumuna dayanmaktadır. Fransız Devrimi ile

sıçrama yapan bu kişilik 1990‟larda eski cazibesini yitirerek, tekrar bir normalizasyon sürecine girmesiyle

sonuçlanmıştır.

İkinci dönem; bu sefer burjuva toplum ve devletinden kopup kendi çağdaş toplumsal ve siyasal sistemini

kurma amacına yönelik bağımsız bir ideolojik grup kurma denemesiyle başlar. İlk toplumsallaşmanın

çocuklarla dinsel dualar, ilkokula gitmeler temelinde oluşturulmasına karşılık, ikinci toplumsallaşma üniversite

öğrencileriyle sol ve ulusal ideoloji temeli üzerinde geliştirilir. Kapitalizmin yaydığı değerlere, hakim ulus

şovenizmine karşı her ne kadar kendi öz toplumunu yeniden arama çabası varsa da, mevcut sol ve ulusalcı

cereyanlar kapitalist yaşamın normlarını aşacak güçte olmadıklarından, bu çabalar gerçek hedefine

ulaşmaktan uzaktır. Birinci PKKleşme aşaması da diyebileceğimiz bu süreç 1970‟lerin fırtınalı dünyasında

aslında savrulmuş bir yaprak misali savrulur durumdadır. Geleneksel dünyadan koptuğu kadar, kapitalizmin

öz değerleriyle de bütünleşilmemiştir. Tipik mezhepleşen, marjinalleşen süreç yaşanmaktadır. Benzer biçimde

kurulup da hızla biten sayısız gruplaşma vardır. Karşı çıkılan devlet karşısında fille karınca misali bir çekişme

başlamıştır. Teorik ve pratik arayışlarla toplum ve ülke yeniden keşfedilmek istenecektir. Aslında dünya

genelinde yaşanan sol moda takip edilmektedir. Eski topluma bir aşı atılıyor. Ya tutarsa gibi bir havada başarı

beklenmektedir. Kendimize özgü artık bir fikrimiz var. Grubumuz sayısal olarak da gelişiyor. Kendimizi farklı

bir şey saymaya başlıyoruz. Aşının tutma ihtimali yüksektir. Kozasından çıkan kurtçuk misali yurtdışına adım

atılınca, özgüven ve delikanlı kesilme dönemine adamakıllı girildiği kabul edilecektir. Ütopya gerçekleşmeye

dair umut vermektedir. Grupsal destekten kitlesel halk desteğine ulaşma güveni daha da pekiştirecektir.

Silahların gücü ile tanışılmıştır. Çağdaş ulusal hareketlerin gerilla grubu eğitilmiş ve silahlanmış olarak ülkenin

erişilmesi güç doruklarına ulaşılmıştır. Geriye yeni tarihi hamleye sıra gelmiştir.

Yaşamımın 1972-1984 yıllarını kapsayan bu dönemin ilk bölümü çok çeşitli açılardan değerlendirmelere konu

olabilir. Yoksul Kürt halkının çağa uyanış hamlesi de denebilir. İlk isyan, kör kadere ilk kurşun da denebilir.

Namus ve onurun haykırışı olarak da değerlendirilebilir. Hz. Davud‟un Golyat‟a karşı ilk başarılı eylemi

olarak da anlam kazanabilir. Düşünce özgürlüğüne cesaret etmenin ilk adımlarından biri de sayılabilir. Bin

yılların köklü kölelik normlarından kopma hamlesi de olabilir. Anlamlı, başarısı biraz şans, biraz da emek ve

inanç isteyen adeta ikinci doğuş, yeniden paradigma kazanma olarak da tanımlanabilecek bir dönemdir.

Yaşamımdaki ikinci dönemin ikinci bölümü 15 Ağustos 1984-15 Şubat 1999 yıllarını kapsar. On beş yıllık bu

süreç ikinci PKK hamlesi olarak silahlı mücadelenin ağırlık teşkil ettiği müthiş bir süreçtir. Ortadoğu tarihinde

Babek, Hariciler, Karmatiler, Hasan Sabah gruplarına benzetilebilir. Birinci bölümde İsevilik ağır basarken,

ikinci bölümde Musevilik ve Muhammedilik karışımı bir ağırlık söz konusudur. Zor yürüyen muhacirin grubu

„vaat edilmiş topraklara ulaştırma görevi‟ büyük çaba ve yetenek istemektedir. Ulaştırma Hz. Musa‟yı

çağrıştırırken, savaş eylemleri Medine‟deki Hz. Muhammed‟inkini andırmaktadır. Öyle ruhsal bir iman, inanç

atmosferi hakimdir. Kendini inanca adama tam mümincedir. Bilimsel sosyalizm iman gücünü kazanmış olarak

yürütülmektedir. Savaş tam kutsal bir eylemdir. İnsan birey giderek hiçleşirken amaç her şeyleşir. Tarihin tipik

bir iktidar hastalığına tutulduğunu fark etmek bile çok güçtür. Yılların devlet ve şehir ortamında

bombardımana tutulmuş zayıf kırsal kişilik, iktidara yapışmaktan başka yetenek zor tanır veya hep tek

boyutla kalmaktan bir türlü kurtulamaz. Kapitalizmin müthiş yalnızlaştırdığı kişilik kendi malı bir sistematiğe

bağlandığında, tersi bir eğilimle bu sefer müthiş bir toplumsallığı yaşayabilir. En tipik özellik en kutsal

eylemdir inancıyla her şeyin feda edilmesidir.

Aslında en kutsal değer yaşamdır demek gerekirken, tersine “Amaç her şeydir, yaşam hiçbir şeydir” inancıyla

fanatizm derecesinde bir kişilik öne çıkıyordu. Dogmatizmin bu türünde kadercilik, bazı ilkelere bağlılık bir

nevi dinselleşme olarak da tanımlanabilir. Kazanılan paradigma yalın ve soyuttur. Analitik zekâ şahlanırken,

duygusal zekâ boğuntuya getirilmiştir. Ölmek ve öldürmek tamamen teknik bir meseleye indirgenmiştir. Son

tahlilde kapitalizmin kâra dayalı çalışma aşkı ideolojik yörünge altında yürütülmüş olmaktadır. Çağın genel

karakterine uyulmuştur. Ayrı bir mezhepleşme biçiminde olsa da, içinde yüzülen, yaşanılan kapitalizmin

dünyasıdır. Kapitalist eğilimin en soyut düzeyde reel sosyalist ve ulusalcı genellemelerle birikimini sağlıyor,

siyasal ve askeri oluşumu için çılgınca koşturuluyordu. Çağa başka tür ulaşılamazdı.

Tabii bu tür koşturma dingonun ahırında yapılmıyordu. Sistemin sahipleri vardı. Kendi kurallarınca egemen

dünyalarının gereğini yapacaklardı. 15 Şubat 1999 günü, benim için kapitalist dünyanın Azrailleşmiş gücünün

bin bir hile ile boğazıma sarılış günü olarak da değerlendirilebilir. Yaşamımın bu döneminde bazı stratejik

hatalardan bahsetmek gerekir. 1982‟de ya gerçekten silahlı gruba önderlik edecek bir kadroyu

yaratabilmeliydim, öyle ülkeye yollanmalıydı. Kemal Pir‟ler 1980‟de değil 1982‟de daha geniş grupla Güney

ve Doğu Kürdistan üzeri ülkeye yollansaydı, daha doğru ve açılım sağlayıcı olabilirdi. Başta Duran Kalkan, Ali

Haydar ve Mehmet Karasungur‟un alanda görevli olmaları stratejik hata düzeyinde yetmezliklere yol

açmıştır. Ortadoğu‟daki sürecin bir kopyasını hem de geriden tekrarlamaları bu stratejik hatanın temelidir.

KDP kuyrukçuluğu, halka yabancılaşma, arkadaşlara layık olamama, fuzuli işlerle uğraşma, halledilmiş

çalışmaları yenileme, KDP ve YNK çatışmalarına anlamsız karışma, önlerindeki potansiyeli, İran-Irak savaşının

yol açtığı durumu görememe bu stratejik yetmezliklerin devamı olarak kendini göstermiştir. Tarihi an‟a cevap

verilmemesi, buna denk çalışma tarzının sergilenmemesi, anlamsız keyfi yorumlama, çabalara stratejik darbe

vurma biçiminde sonuç vermiştir. İyi niyet ve çaba bu konumda sadece cehennemin yoluna döşenmiş iyi

niyet taşları rolündedir.

Ortaya çıkan çeteleşme eğilimlerini erkenden tespit edememe ve yeterince tavır koyamama ikinci önemli

stratejik yetmezliktir. Bu rolü güvenilir arkadaşlara bırakmak dogmatizmin diğer bir sonucudur. O kadar soylu

değeri çarçur ederlerken, mutlaka fark edebilmeli ve dur diyebilmeliydim. PKK‟nin bütün soylu çabalarına en

büyük darbeyi bu yönlü gelişmeler vurmuştur. Adeta canavarlaşmış bazı kişiliklerin inanılmaz nitelik arz

etmelerinin izahı güçtür. Büyük emeklerle hazırlanan yapının bu öğelere kolay teslim olması daha da

anlaşılmaz konudur. Bendeki müthiş arkadaşlık anlayışı hep en iyisini yaparlar, en dürüstüdürler, ellerinden

gelmeyecek iş yoktur, çağdaş havarilerdir biçimindeki dogmatizme varan inanış bu gelişmelerde etkili

olmuştur. Geç uyandık. Tam uyandığımızda veya fark ettiğimizde, stratejik olarak hem zaman hem büyük

çabaların ürünü başta genç savaşçılar, halk, maddi ve manevi birçok değer kaybedilmişti.

1992-1993 derslerini daha derinliğine çıkarmalıydım. Irak-Kuveyt krizi ile 1991‟de ülkedeki gruplarla olmak

daha doğru olacaktı. 1982‟lerde yapmadığım işi, atmadığım adımı bu sefer yapma ve atma biçiminde

olmalıydı. Ortadoğu çalışmalarını ikinci plana bırakmak gerekirdi. Fakat aynı yaklaşım, yoğun takviyeler

altından başarıyla kalkılacağına beni inandırmıştı. Binlerce nitelikli kadro içinden mutlaka sürece cevap

verenlerin çıkacağı hep beklenmişti. Fakat hareketin bağrındaki çetecilik ve sorumsuz merkezi yaklaşım tüm

katkıları boşa çıkarıyordu. Tarih göz göre göre başarısızlığa götürülüyordu. Disiplin ve fedakârlıkla fazla değer

kurtarılamaz, görevler başarılamazdı. 1992 sonlarındaki Osman Öcalan‟ın YNK ile boyun eğmeyi andıran

uzlaşması, Murat Karayılan ve Cemil Bayık‟ın intiharvari çabaları tesadüfen birleşerek sürecin daha büyük

kaybını önledi. Köklü ders çıkarılması gereken nokta buydu. Ülke içi ihmal edilmemekle birlikte, merkezi

kadro yapısının köklü çözümüne ihtiyaç vardı. Bunu Suriye üzerinde yeni okullar açmayla telafi etme ve aşırı

tekrarlama çalışmaları beni oldukça tıkadı. Çabaların anlamı pek kalmamıştı. Bizzat müdahaleyi yapmada geç

kalmıştım. O kadar değer kaybından sonra yönelmeyi kendime yediremiyordum. Tıkanmayı askeri değil,

siyasi yollardan açma deneyimi daha anlamlı geliyordu. Askeri yönelim toptan intihara götürebilirdi. Siyasi

çalışma ise, daha potansiyelli hareketi mümkün kılabilirdi. Yapıda tekdüzelik sürdü. Aynı tarz çalışmalar

KONGRA GEL dönemine kadar yansıdı. Son iç bunalımların kökeni aslında ülkeye gidiş ve orada üsleniş,

çalışma tarzı ve temel taktik anlayışların bir devamından ibarettir. Özeleştiriler anlamlı yapılmamıştı. Eski

kişilik ve çalışma tarzında ısrar vardı. Bu da her zaman ve her yerde anlamsız kayıplara, yerine getirilemeyen

görevlere, acılara ve sonuçta tasfiyelere yol açmaktan öteye gidemezdi.

İkinci yaşam dönemi devlet odaklı olduğundan, ama daha henüz yitirilmemiş komünal demokratik duruş

özelliklerinden ötürü çelişkiliydi. Sonucu bu çelişkilerin boğuşması belirleyecekti. 15 Şubat 1999 aynı zamanda

devlet odaklı yürüyüşe ölüm darbesi indirmişti. Eğer devlet odaklı particilik, devletçilik bir hastalıksa, o halde

15 Şubat 1999‟da tüm kapitalist dünya devletlerinin bana vurduğu darbe aynı zamanda üçüncü doğuşum için

bir ilaç, bir ebelik rolünü oynayacaktı.

Üçüncü yaşam dönemi; eğer adına ve özüne yaşam denilebilecekse, 15 Şubat 1999‟dan sonuna kadar

gidilebilecek aşama olarak ayrıştırılabilir. Belirgin niteliği, genelde devlet odaklı, özelde kapitalist modern

yaşamdan kopuşla başlamasıdır. Tekrar yaban yaşama koşmuyorum. On bin yıl öncesine gidecek değilim.

Ama insanlığın bazı temel değerlerinin o yıllarda gizli olduğu da kesindir. Uygarlığın bin bir hile ve zorbalıkla

kestiği o dönem insanlığı bilimsel-teknik seviyeyle bütünleştirilmedikçe, insanın gerçek kurtuluşu, özgürlüğü

mümkün olamazdı.

Uygarlık ve devlet odaklı yaşamdan kopmak gerileme değildir. Tersine doğadan ölümcül kopuşa, kan ve

yalana dayalı şişirilmiş iktidar kişiliğinden vazgeçme belki de en temelli sağlığa kavuşma imkânıdır. Hastalıklı

toplumdan sağlıklı topluma, sıkboğaz, obez, çevreden kopmuş, bir nevi kanserleşme olan aşırı şehirleşmiş

toplumdan ekolojik topluma, tepeden tırnağa otoriter ve totaliter devletli toplumdan komünal demokratik

ve özgür-eşit topluma doğru bir yöneliş söz konusudur. Avcı kültürüyle hayvan katliamına, uygarlığın insan

katliamına, kapitalizmin doğa felaketine yol açan zincirleme halkasından kurtulma yeni bir insanlığa kapıyı

aralayabilir. Hayvanlarla dost, doğayla barışmış, kadınlarla dengeli güç yapısına dayanan, barışçıl, özgür-eşit,

aşklı yaşam, bilim ve tekniğin gücünü savaş ve iktidarın oyuncağı olmaktan çıkarmış ahlaklı politik bir kişilik,

beni, en azından ENKİDU‟yu şehre ve devlete bağlayan çekim gücü kadar çekiyor, anlamlı kılıyor. Tek kişilik

tutukevinin yarattığı bir özlemden kesinlikle bahsetmiyorum. Büyük bir düşünsel, ruhsal paradigmadan

bahsediyorum. Kategorik yaklaşımdan, büyük güce tapınmadan, çağın, tüm uygarlıkların kan lekeleri altında

parıldayan yaldızlı yaşamlarından gerçekten hem bıktım hem nefret ediyorum.

Çocukken genlerime işlemiş avcı kültüründen ötürü gözümü kırpmadan başlarını kestiğim, kopardığım,

kurnazca avladığım kuşlardan, vurduğum hayvanlardan özür dilemekle başlamak istiyorum yeni yaşam

dönemime. En büyük saadetin kaşaneli köşklerde değil, yeşil çevreli kulübemsi mekânda yaşandığına

inanıyorum. Doğayı tüm renkleri, sesleri ve anlamları içinde dinleyerek, bütünleşerek yaşamın erdemine

ulaşılacağına inanıyorum. Gerçek ilerlemenin dev kentlerden ve iktidar otoritelerinden geçmediğine, tersine

bunların en büyük hastalık kaynağı olduğuna; buna karşın eski köyü de, yeni kenti de aşmış, ekolojik

yerleşimi bilimin ve tekniğin en son verileri ile karşılayan bir mekânsal yaşamın gerçek devrim olduğuna

inanıyorum. Aradaki kocaman uygarlık yapılarının insanlığın mezarı olduğuna inanıyorum. Bir gelecek

yürüyüşü olacaksa, bu gerçekler temelinde olursa anlamlı ve yürümeye değer olduğuna inanıyorum.

Hiyerarşik devletçi sınıf uygarlığından kopmak en büyük özeleştiridir. Bunu başaracağıma inanıyorum.

İnsanlığın çocukluğuna, emekçilerin, halkların unutturulmuş tarihine, kadınların, çocukların ve çocuk

ihtiyarların ütopyalarındaki özgür-eşit dünyalarına katılmayı, başarıyı orada sağlamayı daha çok istiyorum.

Bunların hepsi ütopya. Ama bazen ütopyalar mezardan beter yapılar içindeki yaşamın tek kurtarıcı esinidir.

Günümüzdeki mezarlardan beter yapılardan tabii ki öncelikle ütopyayla çıkış yapılacaktır. Durumum hiçbir

insana benzemiyor. Benzemesini de istemiyorum. Daha iyi anladığıma, hissettiğime göre iyi yoldayım.

Anlamın ve hissin yaşattığı bir insan en güçlü insandır. Büyüklere benzeme günahını bir daha işlemeyeceğim

kesindir. Zaten benzemeyi ne çok istedim, ne de becerdim. İnsanlığın geçmişi daha gerçektir. Ona saygılı

olacağım ve yaşamı orada arayıp bulacak ve yeniden başlatacağım. Gelecek bu çabaların işleyiş halinden

başka bir şey değildir.

***

 

 

– 3 –

 

apo3

 

BİYOGRAFİ 3